Kafe Kundera



SEMTİNDE BİR KAFE... (17 Kasım 2022)



Semtinde bir kafe…

 

Uğrardın hani eskiden en ufak bir dertte.

 

Hatırladın değil mi sen de? Evet evet orası işte.

 

Aslında tek bir mekan değildi bu dediğim. Birbiriyle alakası olmayan zamanlardan kalan dükkanlar.

 

Kimi dar kimi geniş. Kimi aydınlık kimi karanlık. Kimi yokuşta kimi düzayak.

 

Bazılarına uğramaların arasında belki de yıllar var ve hatta bazılarına belki de sadece bir defadır gitmişliğin.

 

Ama işte farklı kitaplardan kopmuş birer tomar sayfayı iki elinde sıkıştırıp da tek bir top haline getirmen gibi anılarında hepsi nasıl da duruyor derli.

 

Kimine uğramışlığın bir ilkbahar günü okuldan önce, kimine ise sonbaharda gitmiştin daha ders kitaplarının kapağını bile aşmamışken.

 

Sonuçta semtinde birer kafe işte hepsi.

 

Tüten çay suyu buharı ve yanan ocağıyla…

 

Zaman değiştirse de mekanları yine benzer hikayeler devam ediyor kıyılarda, köşelerde.

 

Uğrama planı aklımda. İki yudum, iki satır, iki adım ve iki göz kapayıp açıncaya kadar geçen zaman boyunca da seyir…

 

Sonra bunları aklında tutarak yeni semtlerine yelken açma zamanı işte birçoğumuz için…


----------0----------


ÇERÇEVELERİN GİRDABINA GÖNÜLLÜ KAPILANLAR... (7 Nisan 2018)


Dar bir koridorda sıranın sana gelmesini beklerken... Pencere yok, karşın duvar... Ama duvarda simetrik aralıklarla çerçeveler var... Çerçevelerde de manzaralar ya da kolajlar...

Normalde olsa dönüp bakmayacağın resimleri dakikalarca detaylıca inceleyecek kadar zamanın var. Çünkü pencere yok ve koridor dar... Evet sanki resmin o köşesinde bir detay daha var... 

Evler, ofisler, bekleme salonları her zaman büyük olmayabiliyor. Ya da pencereler denize ya da ormana, güzel bir manzaraya bakmaya da biliyor. O zaman imdada işte bu çerçeveler koşuyor. Tıpkı Kafe Kundera'da olduğu gibi... Hak veriyor insan bu kafede çerçevelerin girdabına gönüllü dalıp gidenlere, kendi de dar bir koridorda o çekime kapıldıkça.

 ----------0----------


BİRBİRİNE BENZEYEN FOTOĞRAFLAR (6 Aralık 2016)


Kafe Kundera kışa hazırlanıyordu. Kış remi olarak yaklaşık bir hafta önce gelmesine rağmen o çok önceden bu yana üşüyordu. Ellerini ovuşturdu anahtarı kilide sokmadan önce. Kapıyı açar açmaz yüzüne vuran sıcak dünden kalmaydı. Ama sıcağın bayatı, tazesi olmazdı.

Kafeyi açtıktan sonra bugün sekizinci misafirinin karşısına oturduğu fotoğrafı izleyip, fikir yürütmeye karar verdi. Müşterilere hep misafir demeyi tercih ederdi. Sekizinci 'misafir' öğlen olmadan adımını içeri attı ve en dipteki masaya kadar gitti. Karşısına oturduğu fotoğraf çocukluğunun geçtiği mahalleye ne kadar da benziyordu. Bunu fark edince birden irkildi. Servisten sonra uzun uzun baktı sekizinci misafirle birlikte o fotoğrafa. Misafir çayını yudumlayarak, kendisi ise derin nefesler alarak. 

Bir sokak. Sağında okul, solunda berber. Karşısında ise bir turşucu. Eskiden bir kırtasiyeydi bu dükkan. Ne kadar da benziyordu her gün okula gidip geldiği o sokağa. O kırtasiye, yanındaki kuruyemişçi. Yeni yeni ülkelerdi adeta o yaşında onun için. Bir paket cips, eskimiş ikinci el bir kitap...

Fotoğrafa bakarak daldığı hayallerden arkadaşının dokunmasıyla çıktı. Dalgın bir şekilde arkadaşının ne dediğine odaklandığın da ise bir kez daha irkildi. "Cips almaz mısın? Bu arada yol üzerinde uğradığım kırtasiyede şu eski kitapları buldum. Güzele benziyor, ne dersin? Bir baksana şunlara."

 ----------0----------

BEYAZ, TARÇIN VE HELSİNKİ... (13 Ekim 2014)


İnsan... İnsan bazen aklından sayı tutar, bazen bir renk... Koku... Bir koku bazen insana bir yılı hatırlatır tam 365 günlük... Bir müzik ya da, o da aynı koku gibi değil mi? O kokuyu duyduğun yer, o müziği dinlediğin zamanlar nasıl gelir hemen aklına.

İşte böyle günlerden birisiydi onun için de sokağa adımını attığında. Gideceği yerler hep bellidir. O yüzden düşünmez normalde kapısından çıktığında evinin; sağa mı dönsem diye yoksa sola mı? Yine aynı yoldan gitti, gitti. Ama o gün aklında bir renk vardı bir de koku. Beyaz ve tarçın. Nereden çıkmıştı şimdi? Beyazı nerede gördü bugün nerede duydu kokusunu tarçının? Rüyasında mı acaba, hatırlamıyor. Yürümeye devam etti.

Böyle durumlarda ilacı olan mekan belliydi. Kafe Kundera... Ayakları onu yine oraya götürdü, bileti ise belliydi: Beyaz ve tarçın. Mekan yine aynıydı, bıraktığı gibi aylar öncesinde. Sessiz, sakin, biraz sıcak bir o kadar da serin. Kimse içeri giren yeni biri olarak yüzüne bile bakmadı. Normalde yadırganır 'yüzüne bakılmamak' ama Kafe Kundera'da bu yapılırsa yadırganır doğal olarak. 

Sonra düşündü kapıyla masalar arasındaki o kısa mesafede. Durmayı sevmezdi yol ortasında bazıları gibi. Yürürken düşünmeyi seçerdi çoğu zaman. Ve buldu duvardaki onlarca fotoğraftan hangisinin karşısına oturacağını. Beyazlara bürünmüş bir şehir vardı işte tam sağındaki masanın karşısında. Siparişini tarçından yana kullandı. Tarçın kokan sıcak bir içecek ve otururken gözüne ilişti karşılıklı oturmayı seçtiği fotoğrafın hangi şehirde çekildiğini yazan yazı: Helsinki...


 ----------0----------

PESİMİSTLER AZINLIK DEĞİL Kİ... (12 Mayıs 2014)



Kafe Kundera'da sıradan bir gün daha... Sıradan bir sohbet. Amaç yine kaçmak. Onlardan, bunlardan veya şunlardan.

"Sokaklar onların, meydanlar onların, vapurlar onların. Bütün açık alanlar onların.Belki bir-iki yıla kadar bu kafa bize kalan tek yer olacak. Kurtarılmış bölge! Her gün onlardan kaçmak için buraya sığınıyoruz. Tanrı bizi kendi halkımızdan korusun!"

"Nereye kaçabiliriz? Azınlık bile değiliz. Keşke BM Sözleşmesi'nin koruması altındaki etnik bir azınlık filan olsak. En azından o zaman bazı temel haklarımız olurdu. Ama nihilistler, pesimistler ve anarşistler azınlıktan sayılmıyor. Oysa esas bizim soyumuz tükenmekte. Sayımız her geçen gün azalıyor. Daha ne kadar hayatta kalacağız? (Baba ve Piç/ Sf. 93)


 ----------0----------

SEN DE BİR GÜN BURALARDAN GİTMEK İSTERSEN EĞER... (20 Nisan 2014)


Kafe Kundera; sıkılanlara, bulunduğu ortamdan uzaklaşmak isteyenlere, gördüklerini görmeyip başka mekanlar görmek isteyenlere yine bir sığınak oluyor kelimelerde. Siz de yine bir çerçeve seçin zihninizde ve alın başınızı gidin oraya. Biri gelip sizi uyandırana kadar, iyi seyirler...

"Müşteriler de bu dekordan fazlasıyla memnundular. Hiçbir yere varmayan sohbetlere karşı iyi bir alternatif olarak gördükleri resimleri. İçlerinden konuşmak gelmediğinde ya da sohbetler tükendiğinde, arkalarına yaslanıp oturdukları masanın açısına ve o gün tam olarak neye odaklanmak istediklerine bağlı olarak bir çerçeve seçerlerdi duvardaki yığının arasından. 

Sonra seçtikleri resme bakışlarını diker, yavaş yavaş çekilirlerdi orada tasvir edilen yola doğru. Bir öte diyar arzusuydu bu. O uzak memlekette olma, oraya ışınlanma arzusuyla odaklanırlardı seçtikleri resme. Neresi olduğu o kadar da önemli değildi belki de, burası olmasın da neresi olursa olsun."(Baba ve Piç: Sf. 88)

                                                            ----------0----------

Harici Kahve Hikayeleri- BU RESMEN KAHVE UYKUSU (16 Kasım 2013)



Öyle uykusu vardı ki, tutamıyordu kafasını ayakta; durup durup kayıyordu elinden. Derken düştü önündeki kahvenin içine. 

Önce karanlıktı ortam. Sonra sonra gördü. Yalnız değildi burada, çokyu kendisi gibi olan. Az önce dinlediği müzik şimdi uzaktan geliyordu, hatta sanki su altından. Ama zaten 'kahve altı' değilmiydi kendisi de şuan.

Birkaç adım attı sağa sola. Yürürken havayı solur gibi kahve içmek böyleymiş demek. Derken sanki onu gördü. Üzerini başını düzeltmek istedi. Bir aynaya bakmak...

...ve o an sanki biri ismini fısıldadı, derken biri daha. Hatta bir gülme sesi bile duyar gibi oldu. Birkaç adım sesi, kadın sesi, kalem fısıltısı, klavye tıkırtısı.

Sonra boğulur gibi uyandı kahve uykusundan. Arkadaşları ona bakıyor ve o bilindik espri: Günaydın...

Sonra kendini kendine ispiyonladı ve itiraf etti kendi kendine. Kim demiş kahve içen insanın uykusunu kaçırır diye. Bu resmen kahve uykusu...

                                                               ----------0----------

OTOBÜS KALKMADAN BİR BARDAK DAHA, KAFE KUNDERA'DA... (26 Ekim 2013)



Çay içmek, kahve içmek, bir şeyler içmek işte… 

Evde, yolda ya da her hangi bir kafede…

Kimi bir gidiş öncesi olur kimi de oturmaktan sıkıldığınızda belki ama ikisinde de ayrı bir zaman dilimi içinde olma hissi belirebilir içinizde. 

Evinizin balkonunda sabahın yalnızlığında ya da gecenin sessizliğinde yudumladığınız kahvenin içimi ne kadar yavaşsa sonrasındaki adımlarınız da genelde onun kadar yavaş olur. Alırsınız size eşlik eden hırkanızı, terliğinizi ve tutarsınız yine miskinliğin yolunu.

Ama bir yolculuk öncesi son dakikaları doldurmak için bardağa doldurulan sıcak bir içecek sonrasında adımlarınız daha da hızlanacaktır muhtemelen, o sıcak içeceği o kadar hızlı içemeseniz de ya da içmek istemeseniz de… 

Bir uçak yolculuğu öncesinde havaalanında içilen bir çay, bir otobüs seyahati öncesinde terminalde içilen bir çay ya da bir tren seferi öncesinde garda içilen bir şey… Yudumlar biter adımlar başlar. Hava artık belki de kararmak üzeredir. Akılda yeni planlar seyahatin verdiği dinamizmle yeni kaçış planları belki beyin kıvrımlarında. 

Belki otobüs terminalinin ordaydı Kafe Kundera da. Belki yine akşam olmak üzereydi ve hava yine soğuk. Hani önündeki bardakta duran suyu gücün olda da bulutlara çarptırabilecek kadar yükseğe atabilsen, sana kar olarak geri dönecek kadar soğuk bir hava taa yukarılarda. Daha vakit var otobüsün kalkmasına, karanlık ama güvenli yollarda ilerlemesine. O zaman gelsin sıcacık bir kahve sana bu yabancı şehirde. Haydi afiyet olsun…



----------0----------

ÖZLEMEK İÇİN AYRILMAK MI GEREK? (20 Nisan 2013)



İnsan bazen kendi yolunu orada yürürken, kendi evini içinde otururken de özleyebiliyor. İşte öyle oldu bugün de... Yürürken gri bulutlar altında yalnız başına her bir taşını saydı gözleriyle Kafe Kundera'ya doğru yürürken. Bazı sokaklar halen hatrındayken, bazılarını ise yeni görüyormuş gibi baktı. Camlara, çerçevelere, pervazlara, sıvası dökülmüş eski duvarlarına o yaşlı evlerin.

Kafe Kundera ise yine kendi halinde müşterilerini bekliyordu. Güneşin bir görünüp bir kaybolduğu bu tatil gününde masalarla sandalyeler sanki aralarında sohbete dalmış, zaman bir yerinden kırılmış da tam da mekanın orta yerinde soluklanıyordu. Tam da bu dev sessizliğin ortasında açtı kapıyı ve sanki evine girermiş gibi girdi içeriye. Nedendir gözleri her zaman yaptığı gibi bu kez uzak diyarlardan bir fotoğraf yerine kendi sokağına en çok benzeyen yol fotoğrafını aradı, buldu.

Çekti sandalyesini ve garsonun her Kafe Kundera müşterisine yaptığı gibi fotoğrafıyla baş başa kalması için kendisine tanıdığı sürede iyice işledi daha önce de bilmem kaç kez gördüğü bu fotoğrafı beynine. Sonra da yanına gelen garsona aslında evde de her gün içtiği çayın aynısından sipariş etti. Sanki evdeydi, ama aslında değildi.
-----------------------------------


ÖNCE AKDENİZLİ ÇERÇEVE SONRA ASYALI ÇAY (24 Ekim 2012)


Elleri cebinde çıktı evden. Hava daha yeni yeni soğuya başlamıştı şehrinde. Hani kaldırımları, tümsekleri düşercesine yürürsün ya, işte öyle gidiyordu yolda. Ellerini de ceplerine ödünç vermemiş miydi zaten? Düşecek bile olsa, yerle bir an önce buluşacaktı işte elleri araya giresiye kadar.

Köşeleri döndü birer birer. Dilinde bilmediği dillerin şarkısılarını mırıldanarak. Aklında içeceği çayın tadını düşleyerek. Gözünde bir arayış 'acaba hangi çerçeveye baksam' diye.

Kafe Kundera'dan içeri girdiğinde oturacağı masadan önce duvarda hangi çerçeveye baksam diye bir seçim yarışının içine girdi. Önceden aklına bir Akdeniz sahil kasabası gölgesi düşmüştü ama bu fikir pek tabi bir kuzey Avrupa balıkçı kasabasına da dönüşebilirdi. Ama Akdeniz ağır bastı ve çektiği sandalyenin tam karşısında şimdi doğu Akdeniz'in güzel mi güzel bir sahil parçası duruyordu. Mavi çerçeveli bu fotoğraf diklemesine yaklaşık 1 metre boyunda ve daha çok beyaz tonlardaydı.

Sanki uzun süredir beklediği otobüs gelmiş hem de boş gelmişcesine, susamış da 'daha suya ulaşmama çok var' derken birden karşısında şişelerce su çıkmışcasına ya da aradığı bir adresi eliyle koymuşcasına buluncaki sevinci gibi sevinmişti çerçevenin karşısına oturunca.

Gözleri fotoğraftaki manzaraya doyunca aklına geldi içeceği çay için vereceği sipariş. Kafe Kundera'da zaten müşretiler öncelikle çerçevelerle muhatap olduklarından garsonlar da müşterilere fazla ilişmez, öncelikle onların seçimlerini yapmalarını bekler sonra siparişleri toplardı. İşte yine öyle oldu önce doğu Akdeniz manzaralı bir çerçeve sonra da güney doğu Asyalı iyi demlenmiş bir çay...

---------------------------------------




DESTİNA VE LAVİNYA... (12 Temmuz 2012)



Topu topu bir iki masa boştu. İkisi de ne hızlı yürüdü ne de koştu. Sakince gelip oturdular yerlerine, adeta süzülürcesine. Çekindiğimden değil ama uzun süre düşündüm yanlarına gitmek için. Bakmaya mı daldım yoksa yüzlerinde tuval misali çizdiğim düşüncelerime mi bilemedim. Neden sonra gittim masalarına ve aldım siparişlerini.

Gelenler kimdi dersiniz. Lavinya ve Destina... İsimlerini nereden bildiğimi sormayın. Şayet ben bile şaşırdım zamanın akışına. Nasıl sordum, hangi dilin harflerini seçerek konuştular benimle? Biraz anladım daha çok anlamadım. Kendi kelimelerimi aldım, onlarınkini ise sadece dinledim.

Nasıl da farklı bir dünyanın düşüncesini taşıdılar beraberinde Kafe Kundera'ya. Adeta bayrak diktiler de her nefeslerinde dalgalandı durdu yanımızda. Çok uzaklarda kısır tartışmaların boğuk sesi ulaşsa da kulaklarımıza, adeta camdan bir fanus içindeydik dakikalarca. Mekanın salaşlığına, eşyaların eskiliğine ve havanın hafifliğne bir keman tınısı gibi katıldı gülüşleri ve uçucu bakışları ikisinin de. Parmakları nasıl da dolandı içi sıcacık kahve dolu buğusu tüten o toprak kupalara, dans ediyordu adeta.

...ve ne kadar sonra kalkmak zamanı geldiğinde ise ne 'Sana gitme demeyeceğim. Ama gitme' diyebildim Lavinya'ya ne de 'Dün gece sen uyurken ismini fısıldadım' diyebildim Destina'ya... Sessiz bir sinemaydı hareketlerim sanki Kafe Kundera'nın ortasında.

Rüzgarlarını bıraktılar bize kısa da sürse arkalarından ve bir de bardaklarını. Bakarken boş bardaklara ve az önce neşeli olan o tahta masaya. 'Biz buradayız' dedim. Farklı bir dünya... Bir gün elbet ölecek de olsak, burada durduk, bulunduk biz. Biz Buradaydık.
-------------------------------------


KUNDERA'DA KAPIYI GÜNEŞ AÇTI BUGÜN (27 Mayıs 2012)



Neredeyse haftalardır devam eden yağmur, gökten süzülen damlalara olan sevgisini elbette azaltmamıştı. Ama güneşi de hiç özlememiş değildi. 'Biraz görsem yüzünü' diye geçirdi içinden, o gece başını yastığı koymadan önce. Ve daldı uykuya yağmurun sesi içine işlerken, adeta yemyeşil bir tarladaki potakal kokularını içine çeker gibi...

Sabah uyandığında kulağında yine yağmurun sesi vardı. Tenezzül bile etmedi ahşap çerçeveleri örten perdeyi kaldırıp da paket taşlı sokağın yaşlı zeminine bakmak için. 'Nasılsa yine beni karşılayacak ıslak bulutların hediyesi' diye düşünerek çıktı, Kafe Kundera'ya doğru yola. Ama kapıyı açar açmaz bir sürprizle karşılaştı.

Birden ona kadar huzmelere ayrılmış güneş ışıklarının ta kendisi değil miydi bunlar? Evet evet işte onlar. Hepsi de adeta en sevimli hallerini takınmış, kapısının önünde bekleşiyorlardı. Birden içi ısındı, yüzü aydınlandı. Adımları sanki sevinçten iki katına çıkmak isterken, ancak aynı zamanda güneşten yana durmak için de yarıya inmek istiyordu.

Adımlarının çekişmesine hiç kulak asmadan yürüdü; taş sokaklarda, sıvası dökülmüş eski duvarlı ama camlarından çiçekler sarkan yepyeni evlerin arsından, Kafe Kundera'ya doğru. Vardığında güneş çoktan kafeye gelmiş masalara, sandalyelere ve tezgaha sinmişti bile. Kapıyı usulca açtı. Sanki acele hareket ederse güneşi kaçıracakmışçasına. Gündelik işlerini hallettikten sonra her zaman yaptığı gibi müşterileri beklerken içmek için bir sıcak çay doldurdu şeffaf bardağına. Şeffaftı bardağı çünkü çayın o rengini görmeden sanki tadını alamaz olmuştu son zamanlarda.

Çayını aldı ve günlerdir yağmur nedeniyle içeride tuttuğu sandalyesini yüzünde büyük bir gülümsemeyle çıkardı kafenin önüne. Ve kuruldu hemen üzerine. Gözleri sabahın sessizliğini süzerken, demli çayından aldı ilk yudumunu. Kafe Kundera'da bir gün daha başlıyordu...
-----------------------------------------