Son dönemde Türkiye’de yaşandığı gibi hayat pahalılığının yükselişe geçtiği ülkelerde belli başlı ürünlere zam gelmesi beklenen bir durumdur. Bunların arasında -hele Türkiye’ye gibi ithalat oranı yüksek olan- kağıt ve kağıt türevleri de yer almakta.
Yediğiniz bir yemeğin tadı, ikram edilen kolonyanın kokusu, yolda kulağınıza çalınan bir şarkının tınısı ya da ilerlediğiniz yolun manzarası; size çocukluğunuzdan kalma bir sofrayı, bir odayı, bir günü ya da mevsimi pat diye aklınıza getirebilir.
Bazen de bu uyaranlardan her hangi biri, hatırlatabilir size okuduğunuz bir kitabın bazı satırlarını.
İşte o satırlardan birazı da Dino Buzatti'nin Tatar Çölü* kitabındaydı:
Subay çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan Bastiani Kalesi'ne gitmek üzere, kenti bir eylül sabahı terk etti.
Kenti geride bırakmışlardı. Mısır tarlaları, kırlar ve güzün kızıl renklere boyadığı korular belirmeye başlamıştı. Giovanni ile Francesco güneşin kavurduğu beyaz yolda yan yana ilerliyorlardı.
Bir yamacın tepesine varmışlardı. Drogo geri döndü ve ışığı arkasına alarak baktı; damlardan sabahın başladığına işaret eden dumanlar yükseliyordu. Uzakta kendi evini gördü. Odasının penceresine baktı. Pencere açıktı.
Arkadaşı Vescovi orada, sevgiyle kendisine veda etti ve Drogo dağlara doğru yoluna devam etti. Kaleye giden vadinin girişine vardığında güneş tam tepedeydi. Sağda, bir yükseltinin tepesinde, Vescovi'nin kendisine gösterdiği tabya seçilebiliyordu. Oraya varmak için pek fazla yolu kalmamış gibiydi.
* https://iletisim.com.tr/kitap/tatar-colu/9039
-----------------0------------------
Paris… Milyonlarca insanlık nüfusuyla Fransa’nın başkenti. Çağlar boyu farklı olaylara mekân olmuş ve de olmaya devam eden şehir. Geçtiğimiz günlerde yine çok konuşulan bir olaya sahne oldu.
Irkçı fikirleri olduğu ifade edilen yaşlı bir Fransızın Türkiye kökenli Kürtlerin bünyesinde yer alan Ahmet Kaya Kültür Merkezi bölgesine silahlı saldırıda bulunduğu ve hayatını kaybedenlerin olduğu aktarıldı.*
Olayın polisiye süreci devam ederken, siyasi ayağı da bir süre daha tartışma konusu olacağa benziyor. Ancak bunlardan bağımsız olarak Fransa ve özel olarak Paris arka planda farklı bir dikkat çekici unsur olarak duruyor.
Bundan yıllar önce yine Paris’te 3 PKK mensubu uğradıkları silahlı saldırı sonrasında öldürülmüştü.** Bu olay da uzun bir süre konuşulmuş ve verdiği mesajlar irdelenmişti.
Bu gelişmelerden yıllar önce yazılan bir kitapta ise mekân yine Paris ve bu kez konunun arka planında Kürtler ve PKK değil, Bozkurtlar var.
Fransız yazar Jean Christophe Grange’ın 2003 yılında kaleme aldığı Kurtlar İmparatorluğu*** adlı kitapta Paris’te yaşanan cinayetler ve bu gelişmelerin arka planında yer alan Bozkurtlar grubunun yapılanması konu ediliyor.
Kitapta konusu geçen olay yazarın memleketi olması nedeniyle seçilmişken, diğer iki gerçek olay ise Paris’i bir ‘mekân’ olarak öne çıkartıyor.
Mekân özellikle seçilmiş olmasa da dünyanın gözünün üzerinde olduğu ve farklı siyasi grupların yapılanmalarının yer aldığı bir ‘meydan’ olarak değerlendirildiğinde Paris, sesleri çoğaltan bir verici gibi de düşünülebilir.
Dünyanın ya da Avrupa’nın başka bir yerinde meydana gelecek veya gelmiş olan bir olayın Paris’te olması, olayı bir başka boyuta taşıyor, etkisini artırıyor diye biliriz.
Sözünü ettiğimiz bu olayların yanı sıra Türkiye ve yakın coğrafyasıyla ilgili olarak siyasi etki alanı şeklinde de öne çıkan Fransa ve Paris’ten, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ortaya çıkan Jön Türklerin de yolu geçmişti. Ayrıca İran Devrimi’ne öncülük eden Humeyni, Tahran’a Paris’ten gelmişti. Modern siyasete bakacak olursak da Genç Parti’nin kurucu lideri Cem Uzan’ın yıllardır Paris’te siyasi sığınmacı olarak yaşadığını görüyoruz.****
** https://www.aa.com.tr/tr/dunya/pariste-cinayetlerin-islendigi-kat-muhurlu/271297
*** https://www.dr.com.tr/Kitap/Kurtlar-Imparatorlugu/Edebiyat/Roman/Polisiye/urunno=0000000138471
****
https://tr.wikipedia.org/wiki/Cem_Uzan
QUARESMA TANIDIK BİR SOKAK ADI, BİR SLOGANDI (18 Kasım 2022)
Şenol Güneş’in Beşiktaş’ta ikinci kez teknik direktörlük görevine getirilmesinin ardından yeni transferler de gündeme gelmeye başladı.
Resmi olarak sürdürülen çalışmaların yanı sıra önceki Güneş döneminde kadroda yer alan ve takıma katkı sağlayan isimlerin de adı yeniden siyah beyaz takımla anılmaya başladı.
Özellikle sosyal medyada yayılan ve üst sıralara kadar tırmanan etiketlerle gündeme gelen isimlerden biri Talisca olurken diğeri de Quaresma.
39 yaşında olan ve artık futbola veda etme aşamasında bulunan Quaresma’nın takımın orta sahasını koordine eden Gezzal’ın uzun süreli sakatlığında yarım sezon da olsa yeniden Beşiktaş formasını giymesi isteği taraftarlar arasında karşılık bulmayı sürdürüyor.
SERGEN, İLHAN, PASCAL…
Bazı futbolcular vardır, oynadığı göze hoş gelen futbolu kadar takımla özdeşleşmesiyle de hatırlanır. Yakın Beşiktaş tarihinde bu isimlere verilebilecek örnekler arasında Sergen Yalçın, İlhan Mansız ve Pascal Nouma’yı da sayabiliriz.
Futbol yetenekleri dışında hırsları ve siyah beyazlı taraftarların hayata bakış açısıyla da uyuşan bu isimler helan hatırlanmaya devam edilmektedir.
QUARESMA TANIDIK BİR SOKAK ADI, BİR SLOGANDI
Grafiti ve duvar resimlerinin yaygın olduğu Türkiye dışındaki bazı ülkelerde futbolcular da özdeşleştikleri takımların şehirlerindeki duvarlarda yansıma olarak yer alır*. Türkiye’de de böyle bir akım başlayacak olsa ya da olmuş olsaydı Beşiktaş duvarlarında görebileceğimiz isimlerin başında belki kulübün eski başkanlarından Süleyman Seba yer alırdı. Ancak futbolcu olarak ise yakın geçmişten yer alacak isimler yine Sergen, İlhan, Nouma ve Quaresma olurdu.
Çünkü bu isimler taraftarlar için bir futbolcu adı olmakla birlikte bir slogan, bir tezahürat da aynı zamanda. Ayrıca bir de geçmiş güzel günleri hatırlatan birer anı.
Madrigal** tarzı insanı uzaklara götüren müzikler vardır. Hayalinizde içinde dolaştığınız yapıları, şehirleriyle kafa dağıtan kitaplar vardır. Hikayesiyle keyifli bir akşam sunan diziler vardır. İşte Beşiktaş taraftarı da adı adeta tanıdık bir sokak olan Quaresma’yı tekrar izlemek ve böylesi bildik hislerle tekrar aynı futbol zevkini yaşamak istiyor. Sadece 6 ay için olsa da…
* https://gazeteoksijen.com/yazarlar/alp-ulagay/stattan-sokaga-tasan-futbol-ikonlari-163527
** https://www.youtube.com/@Madrigalofficial/featured
-----------------0------------------
MİLLİ TAKIMLAR NE KADAR MİLLİ? (12 Temmuz 2021)
EURO 2020 öncesinde kadrosunda hiç siyahi futbolcu olmamasıyla eleştirilen İtalya, İngiltere’nin 3 siyahi oyuncusunun kaçırdığı penaltılar sonucunda kupaya uzandı.
Türkiye’deki Kürtler ile ABD-İngiltere gibi ülkelerdeki siyahiler ve bu durumlara benzer örneklerin dışında, İtalya gibi bir ülkenin kadrosunda siyahi futbolcu olmamasının eleştirilmesi ne kadar doğru?
Ayrıca ülkenin ‘evladı’ olarak görülen isimlere taraftar tarafından daha çok tolerans gösterilebilirken, bir şekilde ‘transfer’ yoluyla milli takımlara gelen isimlere bu kredi verilmeye biliyor. EURO 2020 sonrası bunun örneği de görüldü.
Zira milli maçlarda ülkelerin futbolu izlenmeli. Yoksa parası çok olanın kurduğu en iyi kadro değil. Böylesi futbolun yapısına da aykırı zaten.
Bu duruma Almanya’da Mesut Özil’i, Türkiye’de de Aurelio’yu örnek gösterebiliriz.
80 milyondan fazla bir nüfusu olan Almanya’da en az Mesut kadar iyi futbol oynayan bir Alman yok muydu? Varsa ve bulunamadıysa ya da yoksa ve yetiştirilemediyse bu da futbolu yönetenlerin suçu değil mi? Aynı durumu Aurelio örneğinde Türkiye için de geçerli.
Yoksa ülkede en iyi futbolu oynayan 11 kişiyi bulup, birlikte 3-5 idman yapmak çok da zor olmasa gerek.
Türkiye'nin Suriye'deki İdlib bölgesinde desteklediği ve Suriye Milli Ordusu adı altında Esad rejimi güçlerine karşı mücadele veren unsurlar kara savaşına devam ediyor. Ancak bölgedeki hava sahasını Rusya'nın kontrol etmesinden dolayı Türkiye bölgeye havadan destek veremiyor. Bu durum da İdlib'deki muhalif unsurların hava saldırılarına açık olmasına neden oluyor.
Rusya ve rejim tarafından son dönemde yapılan hava saldırılarında birçok Türk askeri şehit olurken, askeri araç ve techizatlar da zarar görüyor. Rusya'nın hava desteiğini arkasına alan Esad rejimi güçleri ise karadan daha rahat bir ilerleme imkanı buluyor. Akıllara gelen soru ise Türkiye ve desteklediği muhalif unsurların hava desteği olmadan bölgede daha ne kadar tutunabileceği...
SIRA AFRİN VE CERABLUS'A DA GELİR Mİ?
İdlib'de devam eden çatışmaların Türkiye'nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla kontrol altına aldığı Afrin, Cerablus ve El Bab'a sıçrama ihtimali de bir diğer unsur olarak ortada duruyor. Mevcut konumda Esad rejim güçlerinin İdlib'i tamamen kontrol altına almasının ardından sıranın bu defa Suriye'nin eski sınırları içinde yer alan bu bölgelere de gelmesi olası bir durum olarak değerlendirilebilir.
İSRAİL'DEKİ 'DEMİR KUBBE' SİSTEMİ İDLİB'DE İŞE YARAR MI?
Türk askerinin İdlib'de kalıcı olması durumunda ise bölgedeki askeri varlığı hava gücü olamadan korumanın bir diğer yolunun ise İsrail'in kullandığı 'Demir Kubbe' benzeri bir sistem olabileceği akla gelenler arasında. İsrail'in uzun yıllardır özellikle Gazze'den yapılan füze saldırılarına karşı kullandığı ve basit olarak karşı taraftan fırlatılan füzelerin yerleşim bölgelerine düşmeden önce havada imha edilmesi prensibine dayanan sistemin yüzde 80 oranında bir başarıyla çalıştığı ifade ediliyor.
Rusya'da S-400 hava savunma sistemi alan Türkiye'nin İsrail'in kullandığı hava savunma sistemi ile ilgili bir adım atıp atmayacağını ise zaman gösterecek. Radar sisteminin tespit ettiği füzeleri havada imha eden Demir Kubbe sisteminin bir benzerinin İdlib'de kurulmasının maliyeti ve alacağı zaman ise bir başka tartışma konusu...
'HİNT FAKİRİ' DEDİĞİMİZ UZAYDA, BİZİM DE VARDI YA HANİ 'BİR LOKMA, BİR HIRKA...' (11 Eylül 2019)
Soğuk Savaş'ın bitimi sonrasında ortadan kalkan rekabet uzay çalışmalarında da hızın kesilmesine neden oldu. 1969 yılında Ay'a ilk kez insanlı bir ziyaret yapıldıktan sonra bu çıtanın üzerine maalesef çıkılamadı.
Ancak son dönemde yeniden hareketlenen uzay çalışmalarında bu kez Soğuk Savaş döneminin aksine sadece Rusya ve ABD değil, Çin, Hindistan ve hatta İsrail de yer alıyor.
Çin, Ay'ın karanlık yüzüne ilk kez bir araç indirerek ses getirirken; inen bu araçta yer alan pamuk tohumunun filizlenmesi ise büyük bir heyecan meydana getirdi.
Aynı şekilde uzay programında hedefine Ay'ı koyan İsrail de içinde minik canlılar olan tardigrad'ların da yer aldığı bir modülü Ay yüzeyine indirmesine az bir zaman kala teknik bir arızadan dolayı bu hedefine ulaşamadı. Ay yüzeyine çarpan araç parçalandı.
Son olarak da Hindistan 150 milyon dolar gibi mütevazı bir bütçeyle kendi Ay programını geliştirdi ve ürettiği araç Ay yörüngesine girmesine rağmen yüzeye inecek olan modülle inişine kısa bir süre kala iletişim koptu ve bu ülkenin programı da amacına tam olarak ulaşamadı.
Youtuber Barış Özcan'ın 'uzaydaki Hindistan' ile ilgili videosu ise yeni bir düşünceyi akla getiriyor.
Ülkelerin bu çabalarına bakıldığında Türkiye için de 'neden olmasın' düşüncesi akla gelmiyor değil. Hem de Türkiye Uzay Ajansı'nın faaliyette olduğu bu dönemde...
'HİNT FAKİRİ' YAPTI, 'BİR LOKMA, BİR HIRKA' İLE NEDEN OLMASIN...
Ancak Hindistan'ın 150 milyon dolar gibi bir bütçeyle Ay'a araç indirme girişiminde bulunması farklı bir konuyu da gündeme taşıması gerekiyor.
Türkiye'de 'Hint Fakiri' ifadesi ile de anılan bir ülke olan Hindistan'ın biraz da bu ifadeye örnek teşkil edebilecek bir adımla söz konusu programı yapması, Türkiye'de ve Anadolu kültüründe bilinen 'Bir Lokma Bir Hırka' anlayışının bu duruma uyarlanmasının olumlu olabileceği fikrini akıllara getiriyor.
Ancak Youtuber Barış Özcan'ın da konuyla ilgili videosunda söz ettiği gibi Hindistan'ın bu uzay programını uyguladığı bütçe ile İstanbul'da konut projelerinin yapıldığı gerçeği de göz önünde bulundurulacak olursa bu uyarlamanın yapılması en azından yakın gelecekte maalesef biraz zor gibi gözüküyor.
Bir süredir gündemde olan bedelli askerlik siyasi yönetim tarafından kabul edilerek uygulamaya konuldu. Yaş sınırının 25, ücretin ise 15 bin lira olarak belirlendiği karar, daha önceki örneklerine göre yaş ve ücret olarak daha aşağıda olduğu için katılım da yüksek oldu. Ancak yine önceki örneklerine göre bu defa ki bedelli askerlikte bir de 21 günlük eğitim şartı yer aldı.
Buradaki asıl konu askerlik durumunun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan erkeklerin belli bir yaş aralığında önlerine bir sorun olarak çıktığının düşünülmesi ya da bunun bir sorun olarak gösterilmesidir.
Askerlik durumunun bir sorun olarak görülmesinin başta gelen etkenlerinden birisi iş durumu diğeri de belirsizliktir. Askere gidince mevcut iş imkanının kaybedileceği düşüncesi ve askerde neler yaşayacağı konusundaki belirsizlikler insanların bu süreci farklı bir bakış açısıyla geçirmesine neden olmaktadır.
ASKERLİK BİR MESLEK DEĞİL, GÖREVDİR
Osmanlı döneminde olduğu gibi profesyonel askerlik uygulaması getirilerek öncelikle bu konu bir netliğe kavuşturulabilir. Sonrasında ise her vatandaşın olası bir savaşa en alt limitte de olsa hazır olabilmesi için bir kamp niteliğine kavuşturulacak olan bir program, tüm erkek vatandaşlara uygulanabilir. Böylelikle 'askerlik' unsuru tüm erkek vatandaşlara yayılarak askerliğin bir meslek değil görev olduğu bilinci de yerleştirilebilir ve insanların aklında oluşan 'olumsuz ortam' unsuru da ortadan kaldırılabilir. Son bedelli askerlik uygulamasında yapıldığı gibi askerlik süresince çalışanların idari izinli sayılmasıyla da iş kaybı sorununun önüne geçilebilir.
ASKERİ ORTAM VE HATIRALARDAN MAHRUM KALMAMAK İÇİN...
Böylelikle hem her zaman savaşa hazır güçlü bir ordu mevcut hale gelirken, ülkenin her erkek vatandaşının da olabildiğince arkadaşça bir ortamda temel askeri bilgiyi işini kaybetmeden alması sağlanabilir. Böylece son bedelli askerlik uygulamasına katılacak olanların 'en azından bir hatırası olsun' diye eklendiği savunulan 21 günlük temel eğitimin bir amacı olduğu belirtilen 'hatıra' kavramı da bu yeni sistemle temellendirilmiş olur. Yeni sistemle askerlik eğitimi alan gençler de bu sosyal, paylaşımcı ve aynı zamanda yeni fikirler edinebilecekleri militarist ortamdan uzak kalmamış olur.
Mevsimler değişiyor, zaman akıyor, devir değişiyor...
Yeni şarkılar çıkıyor, yeni kitaplar basılıyor, yeni çocuklar dünyaya geliyor...
Eskilerle arasına daha çok zaman giriyor, anılar da yaşlanıyor...
Sevdiği lezzetleri tadıyor, eski şarkıları dinliyor, okuduğu kitapları karıştırıyor...
Anıların tadı, sesi, kelimeleri dökülüyor avuçlarına...
Sokak köşelerinde arıyor kimi zaman da onları...
Halen yıkılmamış binaların, yenilenmemiş yolların kalan duvarlarında, kaldırımlarında...
Buluyor da sık sık... Gülümsüyor, adımlarını yavaşlatıyor... Dönüp tekrar bakıyor...
Anılar duruyor durmasına yerinde ama akan insan kalabalığı fazla izin vermiyor durmasına orada...
Anıların tadıyla bırakıyor o da kendini taşkın bir dere misali akan insan seline...
Akıntının yönüne göre tekrar anıların sahilinden geçince bir bakış daha atmak üzere...
Gazeteler, internetin yayılmasıyla önemlerini yitirmeye başlasa da halen Türkiye'de ve dünyada yaygın bir şekilde alıcı bulmaya devam ediyor. Satış rakamları düşse de, internet yayınları mevcut olsa da insanlar halen abonelikle ya da bayilerden satın alarak gazete okumaya devam ediyor.
Ancak modern dünyada sanırım artık zamanın bereketi azalıyor. Günlerin, ayların hatta yılların dahi nasıl geçtiğini anlamadığımız oluyor. Böylesi bir durumda bazıları reklam olsa da ondan fazla ve bazılarında yirmi civarı ve hatta hafta sonları ansiklopedi kıvamındaki gazeteleri bir günde nasıl okuyabiliriz?
İnsanın aklına gelmiyor değil şöyle bayinin önünden geçerken bir gazete almak. Ama onca sayfa bu mevcut zaman diliminde nasıl okunur?
Böyle olunca da insan ya almıyor gazeteyi, ya da bir an evvel okumak için gözlerini koşturuyor adeta... Metropollerde elin cebinde sallana sallana ekmek almaya giderken şehrin keşmekeşinden bir anda eve dönerken kendini koşar adım bulur olmak gibi bir şey aslında bu da...
GAZETELER DE DERGİ Mİ OLSA, YA DA ÖZET Mİ GEÇSE...
Okumak için kağıda dokunmak isteyenlerin gazeteye zaman yettirememesi durumunda dergiler daha cazip bir çıkar yol gibi duruyor. Bunların da haftalıklarına zaman belki yetmeyebiliyor ancak aylık ve hatta 2-3 aylık dergiler insana 'panik' yapmadan, tarih dönüyor endişesine kapılmadan okuma imkanı sunabiliyor.
Ne bileyim, gazetelerde mi artık dergi olsa... Ya da sosyal medyadaki gibi kağıttan özet mi geçse...
Dünyanın nüfusu artıyor, şehirler büyüyor, arabalar çoğalıyor, teknoloji gelişiyor, insanlık artık Mars'a yerleşme hayalleri kuruyor. Tüm bunlar olurken de küresel ısınma artarak devam ediyor.
Geçmişte bilim kurgu filmlerinde izlediğimiz senaryolar artık ciddi olarak tartışılmaya başlandı. ABD'de NASA'nın uzayda tekel olduğu dönem sona erdi. Artık Space X ve Mars One gibi kuruluşlar uzay yarışında boy göstermeye başladı. Hedef ise Mars.
MARS'TA 'BİLİNÇLİ' KÜRESEL ISINMA PLANI
Bir insanın Mars'a gitmesi için gerekli olan süre şuan ki teknolojiyle yaklaşık 7 ay. Bu durum da Mars'a sürekli gidip gelmeyi ya da acil durumlara müdahale edebilmeyi zorlaştırıyor. Bu nedenle Mars'a gidenlerin artık oralı yani Marslı olmaları gerekiyor. Bu durum da Marslıların kendi kendilerine yetmeleri gerektiği anlamına geliyor. Şimdilerde konuşulan senaryolarda Mars'ı atmosferi olan dünya benzeri bir gezegene dönüştürme planları yer alıyor. Bunu yapmak için de dünyada insanların el birliğiyle uyguladığı küresel ısınmanın Mars'ta da yapılması planlanıyor. Bu durumun Mars kayalarının işlenmesiyle gezegende ısınmayı sağlayacak olan gazların atmosfere salınmasıyla oluşturulabileceği düşünülüyor. Gezegeni ısıtmak için 250 km.lik dev aynalarla güneş ışınlarını yüzeye daha fazla yansıtma fikri dahi gündemde...
Peki tüm bunlar ne için? Yeni bir gezegeni keşfetmek. İnsanların bir başka gezegende rahatça araştırma yapabilmeleri için yaşanabilir ortam oluşturmak. Evet bunlar birer amaç. Ancak dünyada yaşanan küresel ısınma ile artan doğal afetler, yaşanan kuraklık nedeniyle suyun azalması, tarım yapılabilir arazilerin küçülmesi ve insan nüfusunun artmaya devam etmesi; bunlar da birer sebep.
METROLAR 'KORUMA KALKANI' HALİNE GELDİ
Başka gezegenleri yaşanabilir hale getirmeye çabalarken artık dünya da bir nevi bilim kurgu filmi sahnesine dönüşüyor. Artan sıcaklık değerleri nedeniyle metrolar adeta birer kalkan görevi görmeye başladı. Sıcaklığın yanı sıra metrolar yine küresel ısınma nedeniyle yağışların kısa süre içinde çok oranda yer yüzüne inmesinden dolayı bu konuda da bir kalkanı görevi üstleniyor.
MARS METROSU!
Işıklandırılmış, yazın serin kışın sıcak olan, güneşin girmediği, yağmurun değmediği bir alan olan metrolar artık küresel ısınma tehdidi altındaki dünyanın bilim kurgu filmlerinden gerçeğe dönüşmeye başlayan birer 'koruma kalkanı' oldu bile. İleri de Mars'ta da metrolar olur mu bilemeyiz ama dünyanın metroları şimdiden bilim kurgu filmlerindeki Mars koruma kalkanlarını anımsatmaya başladı.
SURİYELİLER TÜRKİYE'DE KALIRSA... (9 Eylül 2016)
Suriye başta olmak üzere savaşın yaşandığı Ortadoğu ülkelerinden Türkiye'ye göç eden insanların sayısı 3 milyon civarında. Bu insanların ülkelerine geri dönmeleri veya Türkiye dışında yaşamak istedikleri Avrupa ülkelerine geçişlerinin sağlanması için ülkeler arasında yapılan müzakereler ve çalışmalar devam ediyor.
Söz konusu olan bu milyonlarca insanın olağan yaşama alanı tabi ki doğduğu topraklar. Ancak savaş koşulları nedeniyle yaşam alanları yok olan insanların yaşamlarını sürdürmek için yeni yerler arama isteği geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi devam ediyor.
Savaş koşulları nedeniyle bu insanların yaşamlarını sürdürecekleri ülkeler arasında ise en önde gelen iki seçenek Türkiye ve Avrupa ülkeleri olarak ön plana çıkıyor. Mültecilere Türkiye'de sağlanan olanakların diğer pek çok ülkeye kıyasla daha iyi olduğu bir ortamda Türkiye'de kalmayarak yaşamını Avrupa ülkelerinden birinde sürdürmek isteyen insanların amaçlarından en önde geleni kendisi ve daha çok çocukları için taşıdıkları gelecek kaygısı olsa gerek.
KÜLTÜREL ÇELİŞKİ RİSKİ
Ancak bunun dışında göçmenlerin ve yaşayacakları yeni ülkelerin dini ve kültürel farklılıkları arasındaki makasın ne kadar açık olduğu da önemli bir etken olarak ortada duruyor. Almanya'ya çalışmak için giden Türklerin yaşadığı ve şuanda Avrupa'da yaşamlarını sürdüren 3. kuşak Türklerin yaşadıkları kültürel çelişki ve sorunlar şimdilerde Avrupa'ya gitmek için çabalayan Suriyeliler için de büyük oranda geçerli olacaktır.
Bu tür sorunların en aza indirgenmesi ve gelecek kuşakların daha az çelişki içinde yaşayacakları bir ortamın sağlanması için Suriyelerin, dini ve kültürel olarak Avrupa ülkelerinden daha yakın olan Türkiye'de veya benzer kültürel hattaki ülkelerden birinde yaşamlarını bir şekilde sürdürmeleri daha mantıklı bir seçenek olarak gözükmektedir.
HORMONLU AKP, ORGANİK HDP (8 Kasım 2015)
Türkiye yaklaşık 5 ay sonra tekrardan genel seçim için sandık başına gitti. Anket şirketlerinin açıklamaları ve kamuoyunda oluşan genel eğilimler ışığında yine 7 Haziran'da yapılan seçimlerin benzeri bir sonuç çıkacağı kanısı hakimdi. Ancak öyle olmadı ve AKP yüzde 49'dan fazla bir oy oranıyla ipi göğüsledi ve tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu da elde etti. HDP'nin ise kıl payı da olsa barajı geçerek yaklaşık 60 milletvekili ile Meclis'te temsil edilme hakkı elde etmesi, AKP'nin tek başına Anayasa'yı değiştirebilecek bir çoğunluğa ulaşmasını engelledi.
Seçim sonuçlarının ardından ise AKP'nin bu öngörülemeyen başarısının sırrı tartışılmaya başlandı. 5 ay gibi bir sürede oylarını yaklaşık yüzde 9 oranında artırmayı başaran AKP'nin bu durumunu oy hırsızlığına bağlayan da oldu parayla oy satın aldığını iddia eden de. Tüm bunlar gerçek olsa da; sandık başında bekleyen önemli STK'lardan biri olan Oy ve Ötesi'nin de ifade ettiği gibi büyük oranda ve organize bir oy hırsızlığı mevcut değil. AKP'nin bu oy artışının sebebi ise aslında 7 Haziran seçimlerinde gizli.
HDP FORMÜLÜ AKP İÇİN DE İŞLEDİ
Şöyle ki; 7 Haziran öncesi AKP'nin tek başına iktidarı elde edememesi için ve hiç değilse Anayasa'yı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğu yakalayamaması için HDP'nin ilk kez parti olarak girdiği seçimlerde barajı geçmesinin önemi vurgulanmıştı. Bu şartlar altında 'HDP ya baraj altı kalırsa' endişesi taşıyan seçmen bu partiye destek verdi. 1 Kasım seçimlerinde ise bu kez aynı durum farklı bir şekilde AKP için yaşandı. 7 Haziran'da AKP'nin iktidardan düşmesini istemeyen ancak oylarının azalmasını isteyen kesimler, bu kez 'Ya AKP yine tek başına iktidara gelemezse' endişesi ile bu kez AKP'ye destek çıktı.
Nasıl ki 7 Haziran'daki yüzde 13'lük HDP oyu tabir yerindeyse hormonluysa, 1 Kasım'daki yüzde 49'luk AKP oyu da o oranda hormonludur.
-----------------0------------------
HDP TAM DA KÖŞEYE SIKIŞMIŞKEN... (5 Eylül 2015)
7 Haziran seçimleri sonrasında aldığı yüzde 13 oyla, yüzde 10'luk seçim barajını aşarak Meclis'e giren HDP, yeni bir rüzgar yakalamıştı. Seçimin hemen ardından yaşanan zafer havası ve tebrik faslı son bulmaya yüz tutarken, aslında HDP'yi çabucak köşeye sıkıştıracak bir yol da görünmeye başlamıştı.
Seçimlere sol genelinde büyük bir ittifak ile giren HDP, başta çözüm süreci ve Kürt sorunu olmak üzere pek çok konuda özgürlükler vaat eden bir programla halkın karşısına çıktı. Aleviler'in sorunlarından çevre problemlerine, gelir dağılımındaki eşitsizlikten dış politikaya kadar geniş bir alanda söylemler üretilmişti. Ancak seçimin hemen ardından HDP, adeta sadece Kürt sorununa odaklanmış bir görüntü vermeye başladı. Bu zaman diliminde yaşanan ve halk arasında 'Yeşil Yol' olarak anılan Doğu Karadeniz yaylalarını birleştirme adına bölgeyi betonlaşmaya mahkum eden çevre tahribatında dahi HDP'nin yüksek çıkması beklenen sesi kamuoyuna çok cılız olarak yansımıştı. HDP'nin çatışmasızlık döneminde Meclis'e girer girmez adeta diğer bileşenleri bir kenara koyarak tüm enerjisini Kürt sorununa ayırması, ilerleyen süreçte parti içinden ve dışından tepki alması muhtemel bir yönelimdi.
Başta HDP'ye karşı seçimlerde büyük oy kaybı yaşayan AKP olmak üzere diğer muhalefet partileri bu durumu eleştirme fırsatını kullanamadı. Belki de kullanmalarına zaman kalmadan PKK ile süren ateşkes dönemi sona erdi ve yeniden başlayan çatışmalar Türkiye'nin bir numaralı gündeminin yine terör sorunu olmasına neden oldu. HDP'yi köşeye sıkıştırabilecek bu eleştirel koz da böylece bilerek ya da bilmeyerek muhalefet partilerinin elinden alınmış oldu.
PKK HAKKINI KAYBETTİ! (13 Mart 2015)
Çözüm süreci adı altında yürütülen ve hükümet ile PKK arasında çeşitli düzeylerde devam eden görüşmeler PKK'ya silah bırakma çağrısının yapılmasıyla yeni bir boyut kazandı.
30 yıl gibi bir süredir kimi zaman artan kimi zaman da azalan ve kimi çevrelerce 'düşük yoğunluklu savaş' olarak adlandırılan bu silahlı mücadele belli bir kazanım elde etme aşamasına geldi. Ancak PKK, temsil ettiği bu silahlı mücadeleye sebep olarak Türkiye'deki Kürt halkına uygulanan baskı ve işkenceleri gösterirken kendisi de yıllarca aynı yollara başvurdu. Bir silahlı örgüt olarak yalnız muhatabı saymayı tercih edebileceği silahlı kuvvetlere yani orduya saldırmanın yanı sıra savunmasız sivilleri de birçok kez hedef aldı.
Bu durum PKK'nın ortaya çıkış amacıyla çelişen bir durumu da ortaya çıkardı. PKK'nın temsil ettiğini savunduğu Kürt halkı, PKK'dan önce de zulüm gören bir tarafken PKK'dan sonra bu kez zulüm uygulayan taraf konumuna geldi. Bu durum da tabir yerindeyse 1-0 geride olanların bu kez durumu 1-1'e getirmesine benzetilebilir. Yani burada yapılan pazarlıkta PKK'nın elini güçlendiren, bu kesimi haklı gösterecek bir durum kalmamış oldu.
Şimdi çözüm sürecinin konuşulduğu şu günlerde artık Kürt halkı kadar Türk halkı da zulüm görmüş bir konumdadır. PKK'nın temsil ettiğini iddia ettiği kesim yıllardır kendilerine uygulanılan baskı ve şiddeti sebep göstererek belli anlaşmalara yanaşmadığını gibi artık aynı hakka Türk halkı da sahiptir. Eğer devlet bir bütün olarak görülecek ve eli kanlı olarak tanımlanacaksa karşı tarafın da eli bir o kadar kanlıdır. Şartlar eşit olduğuna göre ne konuşulacaksa eşit şartlar konuşulmalıdır.
PUTİN HİTLERLEŞİYOR MU? (22 Şubat 2015)
Rusya'nın son yıllardaki saldırgan politikaları akıllara Nazi Almanyası'nın savaş önceki durumunu getirmiyor değil. Hitler yönetimindeki Almanya da o dönem saldırgan ve toprak kazanma odaklı bir dış politika izliyordu. Mevcut Almanya topraklarının dışında yaşayan Almanların da ana vatana katılması gerektiğini savunan Nazi hükümeti, bu yerlerin Almanya'dan koparıldığını iddia ediyordu. Bu amaç doğrultusunda özellikle doğu sınırları hedeflenerek Avusturya, Çekoslovakya ve Polonya üzerinde toprak kazanma amaçlı girişimlerde bulunulmuştur. Avusturya ilhak edilirken Çekoslovakya'nın Südet Bölgesi* Almanya'ya bırakılmıştır. Almanya'nın Polonya'ya girmesi ise bardağı taşıran son damla oldu.
Şimdi sadece bu bölüm üzerinden Rusya'ya bakacak olursak Ruslar da Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında genel olarak bakıldığında büyük bir toprak ve prestij kaybına uğradı. Sonrasında toparlanmaya başlayan Rusya öncelikli olarak gözünü eski topraklarına dikti. İlk olarak Gürcistan üzerinde bu politikasını uygulamaya koyan Putin yönetimi sonrasında ise yönünü Ukrayna'ya çevirerek Kırım'ı ilhak ederek Ukrayna'nın doğusundaki Rus yanlısı ayrılıkçılara da açıkça destek veriyor.
Gürcistan krizinin bir şekilde geçiştirildiği ortamdan sonra yaşanan Ukrayna krizi de Rusya'nın istediklerine yakın bir anlamda kapatılacak gibi gözüküyor. Ancak Nazi Almanyası'nın benzeri adımlar atan Rusya'nın gelecekteki hedefi hangi ülke olacak kestirmek güç. Nazi deneyimini yaşamış olan bir Avrupa'nın Rusya'nın bu benzer tavırlarına önleyici adımlar atması gerekmektedir.
------------------------------------
* http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCdet_Krizi
-----------------0------------------
SAHİ ÖLÜ OLMAK İNSANI HAKLI YAPAR MI PARİS? (24 Ocak 2015)
Paris'te yaşanan saldırı olayının üzeri küllenmeye başladı bile. Diğer pek çok olayda olduğu gibi. Ancak akıllarda kalan hakaret, saygısızlık ve ölümler oldu. Çizilen karikatürlere tepki olarak girişilen bu eylem karikatürlerin daha çok insana ulaşmasına neden oldu bir hakareti durdurma girişimi saygısızlığın, hakaretin pis bir su gibi etrafa sıçramasına neden oldu.
Ancak saldırı eyleminin gerçekleştirildiği süreçte yapılan yorumlar ise ayrı bir tartışma konusu. Çoğunluktan çıkan ya da çoğunlukmuş gibi duyulan ses ölenleri adeta aklayan bir tondaydı. Konudan uzak kişiler ölenleri yoldan geçerken bir patlamanın kurbanı oldu sanabilirdi rahatlıkla.
Bu boyutta yapılan haksızlıkları kınamak tabi ki bir insanlık görevidir. Ancak bu yapılan haksızlığın sonuçları kadar sebebini de konuşmak gerekirdi. O insanların eline neden silahları alıp da Avrupa'nın göbeğinde bir dergiyi basmaya gittiklerini biraz daha fazla düşünüp konuşabilirdi dünya. Bu süreç boyunca adeta dillere pelesenk olan 'amasız kınama' aldı başını yürüdü. Saldırının arka planını sorgulayanlar ise terörist olmakla suçlandı.
"KUDÜS'TE YÜRÜYECEĞİZ" DENİLSE...
Dergiye saldırıda bulunan zihniyetin Avrupa'nın göbeğinde ne aradığı sorgulanırken, Avrupa ve ABD askerlerinin yıllardır Müslüman ülkelerde ne aradıklarını yine kimse sormadı. Netanyahu bile belki de sadece saldırılarda ölenler arasında Yahudiler de var diye Paris'teki saldırıları kınama yürüyüşüne katıldı. Ama Filistin'de haksız yere ölenler için devlet başkanları Gazze'de Kudüs'te yürümek istese kendisi acaba bu izin verir miydi? Aslında bu soru bile saçma çünkü bırakın yürüyüşü Gazze'ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisini bile uluslararası sularda mermi yağmuruna tutan yine bu İsrail'di...
PAPA KADAR MÜSLÜMANLAR DA SÖZ ALMALIYDI
Kısacası bu saldırılarda da Batı 'zeytinyağı' özelliğini kullanarak üste çıkmayı başardı. Ölenler tamamen haklı saldıranlar ise gözü dönmüş cani ilan edildi, oldu bitti. Papa Francesco ise bu saldırılar sonrasında yaptığı konuşmada "Başkasının diniyle alay edemezsiniz, düşünce özgürlüğünün de bir sınırı vardır” yorumunu yaparken, “Anneme küfreden yumruğu yer*” ifadelerini kullandı. Keşke bu ifadeleri Papa'nın yanı sıra daha fazla sayıda Müslüman liderden duysaydık.
Son olarak konuyu güzel bir şekilde özetlediğini düşündüğüm bir tweetin bir bölümü: Ölü olmak bir insanı haklı kılmaya yetmez.**
İyi günler Paris...
-----------------------
* http://www.zaman.com.tr/dunya_papadan-charlie-hebdo-yorumuanneme-kufreden-yumrugu-yer_2271307.html
** https://twitter.com/busraerbil/status/555403913260961792
BAZI SAVAŞLARIN ADI SONRADAN KONULUR (3 Kasım 2014)
1939 yılının Eylül ayında Almanya'nın Polonya'ya girmesiyle dünya adeta ayağa kalmıştı. Almanya'nın daha önceki toprak kazanımlarına ses çıkarmayan devletler, Hitler'in bu son adımını bardağı taşıran son damla olarak görerek Almanya'ya savaş ilan etti.
Bundan sonra Almanya dılındaki neredeyse bütün dünya devletleri bir araya gelerek Nazi rejimini yok etmek için uğraştı. Almanya'nın yanında ise ideolojik olarak aynı çizgide bulunduğu güçsüz İtalya ve bu iki devletin nüfuzu altında bulunan bazı Balkan devletleri vardı ve Bir de dünyanın diğer ucundaki Japonya...
Alman ittifakının karşısındaki devletlere bir de ABD'nin gücü eklenince büyük bir asker sayısı ve güçlü silahlardan oluşmuş bir mekanik dev ortaya çıkıyordu. Adına İkinci Dünya Savaşı denilen bu mücadele Avrupa başta olmak üzere Uzakdoğu'da, Kuzey Afrika'da, Kafkaslar'da ve dünya okyanuslarında sürüp gitti.
IŞİD'E KARŞI MÜCADELE YA DA 3. DÜNYA SAVAŞI
Bugünlerde dünya devletleri yine bir başka savaş için ortak bir koalisyon oluşturmuş durumda. Yine birçok dünya ülkesinin gerek asker gerekse de silah ve uçak desteği verdiği bu ortak girişim bir hedefe odaklanmış durumda: Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)... Savaş genel olarak Irak ve Suriye topraklarında devam etse de IŞİD'in dünyadaki bazı bağlantıları sayesinde Kanada'dan Avustralya'ya kadar savaş boyutunda olmasa da ölümlere neden olabilen eylemler yapılmakta.
Sizlerin de şahit olduğu gibi dünyamızda bazı savaşların adı sonradan konulur. Bence IŞİD'e karşı mücadele olarak adlandırılan bu savaşın adı da sonradan Üçüncü Dünya Savaşı olarak değiştirilebilir ve bunu kabul eden tarihçiler de çıkacaktır.
Artık neredeyse rutin hale gelen bir İsrail saldırısı daha başladı, Gazze özelinde Filistin'e karşı ve halen sürmekte. Uçaklar kalkıyor, bombalar yağıyor, füzeler ateşleniyor ve insanlar can veriyor. Kimi kısmıyle klasik savaş görüntüleri veriliyor ajanslara ama peki bu olayın başlangıcı nedir?
Bu sorunun cevabı dünyanın malumu: 3 İsrailli gencin kaçırılması ve sonrasında da ölü olarak bulunmaları. Peki kim kaçırdı bu insanları ve kim öldürdü? İsrail'e göre Hamas. Hamas'a göre ise faili meçhul. Sonrasında ise gelsin füzeler, bombalar. Peki bu kadar kolay mı 1,5 milyon insanın yaşadığı ve bir açık hava hapishanesine dönüşmüş bir bölgeyi bombalamak için sebep bulmak? Evet maalesef kolay hem de çok kolay. 3 tane insan kaçırılır, aradan bir süre geçer sonra ölü olarak bulunurlar ve suçlu bellidir: Hamas! Yani Gazzeliler, yani Filistin! Peki adli süreç, araştırma, soruşturma, polis vs. Yok. Sadece peşin hüküm ve ön yargı var!
Şimdi tüm bu ölümlerden, yağan bombalardan, başlara yıkılan evlerden sonra "İsrail kendisini savunuyor, İsrail güvenliğini sağlıyor" argümanları üzerinden dem vuruluyor. Peki birilerinin birilerini kaçırıp öldürmesinden Gazzeliler'i kim koruyacak?
KENDİ KENDİNİN CUMHURBAŞKANI OLMAK (2 Temmuz 2014)
Seçimler halkın kendi yöneticilerini seçtikleri bir sistemin parçası olagelmiştir. Belli demokrasilerde devlet yönetimi için ya da daha ufak bölgelerin idare edilmesi konusunda seçimlere gidilerek yöneticiler belirlenir. Bu süreçlerde çeşitli ittifaklar aranır ya da en uygun, uyumlu tercihler yapılmaya çalışılır.
...ve son diyecek biri. Bitecek başlayan zaman. Sıkıcı, eğlenceli, gülünç ya da hiç komik değil, denilecek ki artık tamam. Yarım kalan kitaplarım, daha izlenecek dizilerim var benim ve aslında var olmayan ama olması için uğraştığım bir dünyam.
Daha duymak istediğim müziklerim var. Piyano, keman... Daha gitmek istediğim yolum var benim görmek istediğim, yanımda olsun dediğim kişiler, uyandığım an. Güneş var hem sonra yaz değil mi? Sonra ay var gece ve sonra kış, mevsimlerim olsun istiyorum karında tam.
Daha hiç başlamadığım yazılarım, hayalini kurduğum kavuşmalarım var benim ey şehrim. Daha yudumlamak istediğim çayım, kahvem olsun istiyorum kocaman bardaklarda benim. Ekranlara bakarak hayallere dalmak, mahallemde uyanmak, otobüsü kaçırıp durakta kalmak, şehrimin yağmurlarında ıslanmak, güneşinde yanmak... Daha planlarım var benim: Gülmek, güldürmek. İstemeden de olsa ya da isteyerek üzmek; daha keyfini sürmek istediğim aylaklıklarım, miskinliklerim olsun istiyorum benim.
Şehrime giden yol yaklaştıkça kısaldığını düşünüyorum artık o yüksekten bir ip gibi gözüktüğünü sandığım asfalt yolun. 100, 10, 1 kilometre ve son. Zaman bitiyor, ömür geçiyor, bir rüzgar esiyor ve alıp götürüyor anı olacakların bazılarını. Daha yarım kalan kitaplarım, daha izlenecek dizilerim var benim ve aslında var olmayan ama olması için uğraştığım bir dünyam... Bir rüyaydı, uyandım bitti diyeceğim sanki ve şimdi hayal kurma zamanı yeniden. Belli mi olur gerçekleşir belki.
PORSELEN İNSANLAR (1 Haziran 2014)
Porselen diyebileceğim insanlar vardı düşüncelerimde; porselen gibi... Kimi zaman çekingen, kimi zaman da samimi. Porselen ama şeffaf. Hani içi dışı bir sanki. Beyaz, kırılgan, hafif.
Bulutların üzerinde yürür gibi gelirler, çekinirsin dokunmaya 'ya kırarsam' diye. İsmini yüksek sesle yüzüne söylemekten de mi çekinir insan bilmem ki. Belki de bu porselen insanlar yüzünden tüm o duvarlar isim dolu A'dan Z'ye.
Önce duvara aksediyor ismi sonra kendi porselen yüzüne; ki kırılmasın, çatlamasın. Zaten o hiç üzülmesin ağlamasın. Kelimeler yerine harfler çıkar kimi zaman piyasaya. Porselene dokunmaya kıyamayan o eller acımasızca kazır harfleri birer birer banklara, duvarlara. Kimi zaman ismin tüm harflerini bazen de sadece baş harflerini.
İşte o zaman duvarlar, banklar birer bayrak olur, dalgalanır adeta. Alır yürür harfler akar duvarlardan okul sıralarına, defter aralarına, kitap arkalarına. Hatta topla cesaretini çık yaz tabeşirle kara tahtaya.
Porselen eller, porselen bir yüz. Kırılmasın, çatlamasın. O zaten hiç üzülmesin, ağlamasın. Beyaz, kırılgan, hafif. Onun adı sanki doğru bir tarif. Duvarlarda, banklarda, şehirde... Defterde, sırada, okulda... Elinde, avucunda, kendinde...
Porselen insnlar vardır bence; beyaz, kırılgan ve hafif. İyi bakarsan etrafına görürsün belki ancak. Bir kitabın içindeki kahraman da olabilir bazen dikkat et. Eğer bir gün bir çift porselen el düşerse avucunun içine, emanetimdir sana unutma. Bırakma sakın düşer, sıkma fazla çatlar. Sadece tut ve porselen yüzündeki gözlerine bakmaya devam et.
KELEBEK UÇUŞU (24 Mayıs 2014)
Kelebek uçuşu mesafedeydin günlerdir bana. Beyaz kelebek dansını izlerken neden gelirsin acaba aklıma? Beyaz mı giyinirsin ya da o kadar mı narinsin? Bahar esintileri getirirken bazı düşünceleri aklıma, sanki kelebek uçuşu mesafedeydim sana.
Etrafım tellerle çevrili aslında. Şehrin ışıklarına dokunmam dakikalarımı alır. Ama sen çıkıveriyorsun sanki iki saat baktıktan sonra bir dalın arkasından. Sessizlik, ıssızlık, yeşillik... Ses yok düşünce var, ışık yok yıldızlar var, beton yok yeşiller var. Griden sıyrılmış bir manzara kaşımda ve sen kelebek uçuşu mesafedesin sanki bana.
KAÇMAK (10 Mayıs 2014)
Kaçmak evet... İnsanlardan, seslerden, sözlerden, bakışlardan kaçmak. Bir fanus misali yaşadığımız, süre gelen hayatımız kimi zaman bizler istemesek de kırılabiliyor. Evet içinde yaşadığımız fanus bir bakıyorsun kırılmış ve seni alıp bir başka yere koymuşlar. Artık elinin altında kaçmak; insanlarda, seslerden, sözlerden ve bakışlardan. Ama bu kaçma bir gettodan diğerine değil yanlış anlaşılmasın. Artık birer üretim ve tüketim gettosu haline dönüşmüş şehirlerdeki kibrit kutusu kıvamındaki evimizden yine şehrimizde başkaları tarafından bizler için 'düşünülmüş' ve bezen de yine bizler için 'tasarlanmış' bölgelere 'kurtarılmış' yeşil alanlara bir kaçış değil sözünü ettiğim. Bu gerçek bir kaçış. Fanusun içinde bir göç değil, başlı başına bir gizli yolculuk.
Kırılan fanustan çıkınca bir bakarsın ki çevrende yöneticiler tarafından sana bir lütufmuş gibi sunulan kafa dinleme, yeni dünyalar düşleme alanlarının yerini gerçek bir orman almış. Ağaçlar elle intizamlı dikilmemiş de 'hadi ya' diyeceğin bir taşın ardından çıkmış. Yapay göletlerin yerini yağmur suyuyla beslenen gölcükler almış. Varsın bu ormanda biraz da diken olsun. Bir bakmışsın biri eline ya da ayağına batmış. Bu bile güzel çünkü önceden insanlarca planlanmamış. Kaç yer böyle bilmiyorum ama bence olanların kıymetini bilelim.
Bir kafede oturup insan yapımı şehir manzarasına bakmak güzel. Ama insan eli değmemiş bir ormanda doğal yerleşmiş, serpilmiş ağaçlara bakmak iki kat güzel. İşte buraya kaçış aslında sözünü ettiğim.
Yine o fanusa dönene kadar insanlardan, sözlerden, seslerden ve bakışlardan kaçmak isterseniz bu fanus dışı doğa, 'fanus dışı ormanları' tam size göre derim.
--------------------
GÜL GEÇ... (22 Mart 2014)
Seni dünya güzeli seçtim,
Haydi tak tacını çık sokağa.
Yan bakan olursa da gönder bana!
Yan bakana gülümse geç.
Bu dünya bizim değil ki zaten.
Yani yok böyle bir dünya.
İç antidepresanını ve gülümse onlara.
İki tane hap var avucumda, biri sana biri de bana.
Size göre değiliz değil mi zaten biz?
Anlasanız şaşardım ama kırılmam anlamanız da.
Yürüyüp geçerken baktığın yerle durup baktığın aynı olsa da aslında aynı değildir. Okulun bahçesindeyken gölgeye çekilip baktığın güneşle işe gidip dönerken yine gölgeye çekilerek baktığın yanındaki boş koltuğa düşen güneş aynı değil mi? Değil işte…
Onu severken nasıldı dünya, sen o yaşlardayken daha? Günlere daha mı hevesliydin, daha mı erken uyanırdın, daha geç mi yatardın? O zaman kağıt kalemle aran daha mı iyiydi? Böyle bilgisayar ekranındaki gibi sadece harf yazmazdın. Onun adının harfleri taçıydı sanki kayıp krallığın, özenle sakladığın. Ama harflerinin dışında şeyler de ağlardı kalemlerin. Mesela kalpler, mesela şehirler, mesela sadece karalamalar bazen…
Ama sen de biliyorsun eskisi değil dünya artık senin için ve aklındaki sorulardan biri de şimdi senin o zaman olduğun yaşta olanlar dünyayı senin o zaman gördüğün gibi mi görüyor? Bir gözlük olsaydı da alıp baksaydın değil mi bir anlık da olsa. Bazen bir şarkı geliyor sanki o zamanlardan, bazen koşup önünden geçen biri onun gibi… Ama sadece bunlar senin o geçmiş zamanlarla irtibatın artık ve bir de söz konusu olayların yaşandığı mekanlar. Henüz oralar da yıkılmadan senin hayallerin gibi git, gör. Dokun o duvarlara…
…ve bekle. Gelmeyecek olsa da artık o günler; gelir belki bir başkasının gözlerinde, kaşlarının ucunca salınarak, saçlarında dalgalanarak. Sana yeniden sevdirir güneşi, yağmurda ıslanmayı. Yine bir nisan sabahı o serinliği ılıklık olarak hissetmeni. Ama onun da gitmesi lazım değil mi? Yanında kalırsa güneş doğmaz ki sana öyle eskisi gibi. Toprak, ağaçlar öyle gelmez sana. Tam mutluluk değil aslında istediğin sen de biliyorsun. Olmayacak, tutmayacak, ilerlemeyecek ki bir şeyler onun umuduyla seveceksin güneşi. Yoksa zaten bir gün bitmeyecek mi? Mutluluğu yaşamak da güzel ama bitecek bir şeye başlamak biraz da onu tüketmek gibi... Dünyalık sevdiğin şeyi tüketmemek için hiç başlamamak lazım değil mi?
Taraf Gazetesi'nin 'Popüler Kültür' sayfasında 28 Ağustos 2013 tarihinde Semih Fırıncıoğlu imzasıyla yayınlanan yazıda çok da dikkat çekmeyen bir düşünceye yer veriliyor.
Karga ve kuğu, siyah ve beyaz, asil ve asil olmayan arasında bir durup düşünme anı oluşturan bir yazı: Kargalara methiye...
"Çocukluğumda, fırtınalı bir havada anneannem bahçede ağaçtan düşmüş bir karga yavrusu görmüş, yerden alıp bir kenara koyayım derken karga sürüsünün saldırısına uğramıştı. Saçını didik didik etmişler, elini yüzünü gagalamışlardı zavallının. O günden beridir çok saygı duyarım kargalara ve merak ederim bu çalışkan, dayanıklı, birbirine karşı sorumluluk duygusu gelişmiş, zeki hayvanları aşağılamadan konu edinen bir sanat yapıtı niye yoktur diye. Özellikle de şu ünlü mü ünlü Kuğunun Ölümü balesine her rastlayışımda aklıma takılır bu.
Kuğunun Ölümü, Mihail Fokin’in 1905’te dansçı Anna Pavlova için oluşturduğu kısa bir solo (YouTube’da The Dying Swan diye bakarsanız, Pavlova da dâhil, birçok balerin tarafından icrasını izleyebilirsiniz). Olay kurgusu çok basit: Yanık bir viyolonsel solosu eşliğinde kuğunun çırpına çırpına ölüşünün temsili. Bunun kayda değer tarafı nedir? Şudur: Ölen karga, saksağan, güvercin değil, kuğu. Neden kuğu? Çünkü güzel ve zarif sayılan bir yaratık, hareketleri ağır, boynu ince ve uzun, rengi kar beyazı (siyahî değil). Magazin basınında sık rastladığımız, başına bir felaket gelmiş bir kadın haber edilirken “genç ve güzel” sıfatlarının yapıştırılmasıyla aynı mantık (çirkin ya da yaşlı olsa felaketi haketmiş sayılacak: “Gebersin gitsin, kime ne?”) Tabii ki kuğuyu bir balerin oynuyor, sanki bütün kuğular dişiymiş gibi.
Kuğunun kargadan üstün sayılmasında yaşantı biçiminin de payı olabilir: Genç yaşta evlenen çiftler ömür boyu ayrılmadan, durgun sularda süzülerek sakin bir hayat sürüyorlar. Gıdaları da bitkisel, et yemiyorlar. Kargaların bitip tükenmez enerjisinden, koşuşturmasından, sürekli nereden ne koparabileceğini hesaplamasından, işbölümünden, renkli şehir yaşantısından eser yok kuğularda. Ama insanlar istedikleri an pencerelerinin önüne bir iskemle çekip son derece hareketli ve ilginç karga tiyatrosunu izleyebilecekken kalkıp suyun üzerinde öylesine dolanan sıkıcı birkaç kuğu görmek için göllere, parklara gidiyorlar. Çünkü “kuğu güzeldir ve izlenir, karga çirkindir ve izlenmez” diye zırva bir kural çakılmış zihinlere.
Epeyce kabaca da olsa çağdaş sanatların klasiklere olan itirazını özetleyivermiş oldum sanıyorum."
http://www.taraf.com.tr/hidir-gevis-2/makale-alaturka-tuvaletler-yasaklansin.htm
Sigaranın sağlığa zararları artık çoğu insanın malumu. Tıpkı cep telefonları ve baz istasyonları gibi… Kimi bilim adamları cep telefonlarının zararlarının henüz bilimsel olarak kanıtlanamadığını, söz konusu teknolojinin insanlık için daha yeni sayılacağını ve olası zararlarının ortaya çıkması için uzun yıllar gerektiğini ifade etmeleri aslında bu teknolojiyi kullanan bizlerin birer kobay olduğumuzu ortaya koymuş oluyor.
Kanser başta olmak üzere bazı hastalıklarda cep telefonu teknolojisinden şüphelenilse de henüz direkt suçlamalarda bulunmuyoruz ama potansiyel suçlu olarak da birer pimi çekilmiş bomba gibi cebimizde duruyorlar.
Sigarayla cep telefonunu karşılaştıracak olursak aslında ikisi de potansiyel kanserojen birer madde diyebiliriz. Ama otobüste sigara içmek yasakken telefonla konuşmak serbest. Otobüste giderken yanınızda cep telefonuyla konuşan birine ‘Lütfen telefonunuzu kapatır mısınız, manyetik dalgalar yayarak kanser olmama neden olabilir’ deseniz nasıl bir tepki alırdınız acaba? Belki cep telefonunun zararlar kanıtlanınca ileride o da otobüslerde ve sigaranın yasak olduğu diğer alanlarda kullanılmayacak ama şuan da neredeyse sigara kadar potansiyel bir suçlu olmasına rağmen ‘iletişim hakkı’ kisvesi altında gayet de güzel tolerans görebiliyor.
Telefonun kanser etiketi ‘iletişim hakkı’ bantıyla kapatılabiliyorsa, sigaranın dumanı da kendini zehirleme hakkı olarak ele alınabilir mi peki? İletişim hakkı kadar kulağa hoş gelmese de sigara dumanı ile bezenmiş kimi fotoğraflar, ya da küllükte tüten bir dal sigara insanı bambaşka düşüncelere gönderebiliyor. Bu tarz bir ortam heveslisi olarak, salaşlık, berduşluk özlemiyle ya da eline sigara yakışan bir kadının yanındayken; sigara içene kanser etiketini görmezden gelerek ses çıkarmamak ne kadar olası? Telefonla yanımızda konuşana kızmıyorsak sigara içene neden kızıyoruz? Sanırım sigaranın dumanı yüzünden. Nargile kötü kokmuyor ve daha katlanılası ama sigara için aynısını söylemek zor. Kanser etiketinin üzerine bir de kötü kokusu eklenince, cep telefonu sigaradan hep daha masum kalacak gibi…
Küresel ısınma ile birlikte değişen iklim artık bizlere‘paket’ kış ya da yaz uygulamaları sunmaya başladı. “Bahar havasına 2 günlük ara” veya “Kış 3 günlüğüne yerini yazdan kalma günlere bırakacak” gibi cümleleri hava durumu programlarında sıkça duyar olduk.
İstanbul’da da yine böyle bir süreçten geçerken artık kışa veda yaza merhaba modu da insanlara hakim olmaya başladı. ‘2 günlük’ kış paket iklim programı sırasında soğuk mevsime vedayı yapabilecek destekçilerden biri de salep…
İnternet her gün biraz daha dünyaya yayılırken adeta kılcal damarların dijital verisyonları gibi ülkeleri, şehirleri, sokakları sarıp sarmalamakta. Ancak internet her ne kadar video, ses ve yazıyı bünyesinde birleştirse de, Youtube benzeri video paylaşma ve izleme siteleri, belli bir akıcılık sağlamadıklarından halen televizyon alışkını bireylerin birinci tercihi konumunda olamıyor.
Şehir insanının kendisini kandırarak 'dinleme' adı altında geçtiği televizyon karşısındaki konumu, izleyeceği şeyler o an ekranda olmasa da akıp giden yayın, o kişiyi genelde ekran karşısında tutmaktadır. Ancak internet karşısında yapılan izlemelerde sadece o an merak veya tavsiye edilen bir video izlenirken sonrasında da o videonun çevresinde konumlandırılmış diğer videolara şöyle bir göz attıldıktan sonra kapanıp gitmektedir. Ta ki bir daha ki meraka ve tavsiyeye kadar.
Belki bu şekilde düşünen ve davranan kişiler için Youtube ve benzeri siteler, yerini aldığı iddia edilen televizyonlar gibi sürekli akış halinde olan bir de yayın bölümü oluşturmalıdır. Çünkü televizyonda ve aynı şekilde radyoda dinleyici ve izleyici yerine yapılan seçimler o kişiyi 'yormadan, düşündürmeden ve zahmet vermeden' yayın akışı sağlamaktadır. Bu da düşünüldüğünde insanı uyuşturmak isteyen sisteme aslında daha uygundur. Ancak video paylaşım sitelerinin yer aldığı internet ortamı 'zahmetsiz' yayın akışı sağlayan televizyona alışan kişiler için aslında belki de biraz 'zahmetli' gelmeye devam ediyor.
------------------------------------------------
Bir mevsim... Sonbahar olur, kışa giriş olur, yazın ilk basamakları ya da en soğuk karlı gün, en sıcağından bir gün, güneşli... Şehrinde yüzün gülse de eğer belli bir süredir orada yaşıyorsan o gülümseme bir süre sonra hüzünlü bir hal almaya başlıyor. Hele bir de başını cama, kulağını da müziğe verdin mi gözünün önünden akan manzara yer yer film şeridine dönüşerek geçmişinin geçit resmini yapar da durur.
Şurada yaşanılan hüzün, şu köşede paylaşılan mutluluk, şu durakta beklenen otobüs, bu iskelede kaçırılan bir vapur. İzlenen bir maç, yapılan hayta bir yürüyüş, bir buluşma, hemen aynı caddede bir de ayrılık. Hepsi aynı şehirde ve belki aynı semtte. Yani bir nevi konsantre duygu dolu bir şişe. Ha düştü ha düşecek, kırıldı kırılacak.
Kendi başına kaldığında şehrinde yapacağın kısa bir tur bile bu duyguların depreşmesine vesile olabiliyor. Ancak akla gelen bir başka fikir de bu duygu dalgalanmalarını yaşamamak için duyguların konsantre hale gelmesinden önce yaşanmışlıklara şehir bazında bir sünger çekerek bir başka şehre geçmek ve duyguları orası için orada biriktirmeye devam etmek. Sonra duygu kotası dolunca bir başka şehre, sonra başka sonra başka... Sonra da başka bir dünyaya zaten...
Sabah uyanılıyor. Çalar saat ya da telefona bir tokat... Ve sonra başlasın hayat! Gün boyu bir koşuşturma. Okulda sıralar ve koridorlar arasında, ofislerde yazıcı ve bilgisayarlar arasında, sokakta ise trafik ışıkları ile arabalar arasında. Gün sonunda ise yorulmuş, acıkmış ve zehirlenmiş bir vücutla önce evdeki koltuğa, ardından da yatağa yığılma safhası. Ertesi gün ise yine aynı.
Bu koşturma içinde iple çekilen hafta sonu tatili... Eğer ay içine bir dini ya da milli bayram gelirse bir de o günler. Koskoca 365 günlük yıl içinde ise kullanılacak olan 'senelik' izin beklenir durulur. Bu beklenen günler hemen geçer ve yine devam!
Vücudun enerjisi bitmeye yüz tutunca da gelsin emeklilik! Onca yıl çalışıp biriktirilenler 'rahat' bir hayat için yatırılır. Ama sefası kimi zaman sürülür, kimi zaman da yarıda kalır ve insanlar göçer gider bu fani dünyadan.
Peki ömür boyu çalışıp da sürekli hayali kurulan bu hedeflere yaşlanmadan, hastalanmadan ya da ölmeden önce ulaşmak mümkün değil mi? Yine çalışılacak elbet ama neden robot gibi olsun bu? İnsan gibi de çalışılabilir elbet. Ama hemen akıllarda 'nasıl?' sorusu beliriyor. Çünkü günümüz dünyasında 'çalışmak' demek bir nevi robotlaşmak kelimesiyle artık neredeyse aynı anlama gelir olmuş da ondan.
Aslında bu durum bir çok farklı yerde de gündeme gelmiyor değil. İşte o platformlardan birisi de Çocuklar Duymasın dizisi. Dizide yer alan Mustafa Ali karakteri, bakın bu durumu nasıl da güzel özetliyor:
VİDEOYU İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN...
Ramazan bize gelirdi ve biz çocuktuk.
Uyumadan başlamak yoktu o zaman sahurlara ve her iftar evdeydik.
Daha çoktuk sofralarda şimdikinden ve belki de en güzeli kışın gelirdi bize Ramazan.
Biz üşüyen çocuklardık.
Okula giderdik her gün. Cumartesi- pazar bizimdi.
Akşamın merakı vardı içimizde tüm gün ve akşamdan sonra başlayacak ikinci akşamın.
Kış sakın yanıltmasın sizi! O zamanlar sanki günler kısa ama saatler uzundu.
Biz bir gün akrep bir gün yelkovandık.
Kimi zaman yağmurla gelirdi Ramazan bazen de karla.
Yine dizilerimiz vardı ama şimdikilerden başka.
Yollarımız daha kısaydı o zamanlar. Belki küçük ayaklarımıza uygun.
Yollar kısa, dünyamız küçük, camlarımız buğuluydu.
Biz ise cama yazılar yazandık.
Ramazan bize gelirdi ve biz sahiden çocuktuk. Neler de bulurduk o ufacık şeylerde.
Mesela ışıklarımız vardı avuç içi kadar. Ama büyüklerin değil o zaman ki bizim avucumuz kadar.
Dünyamızı aydınlatmaya yeterdi de artardı. Çünkü biz hafif karanlık, kapalı havaları severdik.
Bir dünya koşturmacası yoktu bizim için. Sadece tadını çıkarırdık Ramazan'ın.
Bizden beklenen doğru kullanmamızdı sadece; defterimizi, kitabımızı, kalemimizi ve silgimizi.
Çizerdik, okurduk, yazardık. Baktık olmadı silerdik.
Biz, hayallerimizi sırt çantamızda taşırdık.
Mevsim değişti diye mi yoksa biz de mi yaşlandık?
Çünkü bir masal değildi bu yaşananlar.
Neredeyse 'nerede' diyecek kalemim o eski Ramazanlar...
Mevsim ne olursa olsun işin sırrı çocukluk dünyasında.
Ramazan her sene hepimiz için geliyor. Ama sanki çocuklar için daha fazla geliyor.
Dünyanın halen pek çok yerinde savaşlar, katliamlar yaşanmaya devam ediyor. Myanmar'da Budistler savunmasız Müslümanları katlederken, ABD'de bir kişi sinema salonunu basarak 12 kişiyi silahla öldürüyor. Suriye ve dünyanın diğer bölgelerinde de çatışmalar devam ediyor, insanlar ölüyor. Her katliam üzücü, acı verici. Norveç'te de tam bir yıl önce onlarca can dünyadan ayrıldı. Adli süreç halen devam ediyor. Katil Breivik yakalandı ve yargılanıyor. Her ne ceza alırsa alsın gidenleri elbet geri getirmeyecek. Ancak ölümlerin büyük çoğunluğunun yaşandığı adanın adı bile akıllarda farklı çağrışımlar yapmaya yetiyor: Ütoya!
Ada adı her ne kadar Norveç dilinde farklı bir anlama geliyor olsa da genel çağrışımda ilk olarak akla 'Ütopya' kavramını getirmektedir. Orada, iktidardaki Norveç Sosyal Demokrat Partisi'nin yaz kampında bulunan gençler hedef alındı. Düşünce ve politikalar bakımından başka uçlarda olmakla birlikte farklı bir ülke oluşturan bu zihniyet hedef seçildi. Çok kültürlülüğü savunduğu için, Müslümanlara ve diğer insanlara kucak açtığı için öldürülmek istenildi bu düşünce.
Ama ada adının da çağrıştırdığı gibi aslında orada ölen gençler, Kuzey Ütopyası'nın yani İskandinav sisteminin, Norveç'in geleceğiydi. Sakinliğin, yavaşlığın, temizliğin ve doğallığın temsilcisiydi orada öldürülen gençler. AB'ye girmeyen ve kendi kendine yetmeyi bilen bir ülkenin gençleriydi orada katledilen insanlar. Kuzey ışıklarıyla dans etmeyi bilen ve katliam yapsa dahi bir insana en fazla 22 yıl hapis ön gören bir ülkenin vatandaşlarıydı orada hayatları son bulan kişiler. Tek katlı tahtadan evleriyle modern gökdelenli şehirlere belki de kafa tutuyordu orada son nefesini veren ve daha hayatının baharındaki isimler!
İşte o adada aslında bu insanlar öldü. Ülke gözetmeksizin tüm katliamlar kınanmalı ve cezasız bırakılmamalı. Ama katliamın gerçekleştiği topraklar da farklı farklı hikayeler katıyor yaşanan acı öykünün içine çoğu zaman. İşte Ütoya'daki katliam da böyle bir katliamdı. Yani adanın adının kulaklara fısıldadığı, beyinlere çağrıştırdığı gibi bir ütopyanın yok edilme girişimiydi aslında!
----------------------------------
Son dönemde yaşanan ekonomik gelişmeler ve sağlanan siyasi istikrar, Türkiye'de yönetimin ve halkın AB'ye bakışında da önemli değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Artık AB hedefine olmazsa olmaz gözüyle bakmayı bırakan Türkiye, daha bağımsız bir politikadan söz eder konuma geldi.
Tam da bu süreçte Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Sovyetler Birliği'nin ekonomik misyonunu yeniden ayağa kaldıracak olan Avrasya Birliği'nden söz etmesi aslında Türkiye için de önemli bir fırsat olarak ortada duruyor. Sovyetler Birliği'nin çöküşünü 20'nci yüzyılın en büyük jeopolitik felaketlerinden biri olarak adlandıran Putin, bu yeni oluşumla birlikte hem AB'ye karşı bir denge unsuru oluşturmak isterken aynı zamanda son yıllarda yükselişe geçen Asya ekonomik kapasitesine de işlerlik kazandırmayı planlıyor.
AB ili ilişkiler konusunda bir türlü istediği ivmeyi yakalayamayan Türkiye de artık AB mesaisine harcağını eforun belli bir kısmını yeni oluşmakta olan Avrasya Birliği'ne kanalize ederse, oluşum sürecinde yer alamadığı AB'nin aksine, kurucularının arasında bulunacağı Avrasya Birliği'nde söz sahibi olacak olan sayılı ülkelerden biri konumuna gelebilir.
Ülke içindeki bazı çevrelerin hayalcilik olarak gördüğü batıya sırt dönerek Avrasya ile bütünleşme eleştirilerine de, AB ile ilişkileri tam olarak koparmadan Rusya ile işbilirliğine giderek cevap verebilecek olan Türkiye; özellikle AB'nin amiral gemileri konumundaki Almanya ve Fransa'nın önerdiği 'imtiyazlı ortaklık' gibi konumlarla tam üye olamasa da Avrasya Birliği'nin yanı sıra AB içinde de önemli bir konuma gelebilir.
Böylelikle artık bir saplantı haline gelmiş olan AB hayalinin peşinden koşarak yılları harcayan Türkiye, kısa bir zaman dilimi içinde AB'de de oluşmakta olan Avrasya Birliği'nde de kritik görevler üstlenerek önemli kazanımlar elde edebilir.
---------------------------------------------------------------------------
* Haber fotoğrafı unclutteredwhitespaces.com sitesinden alınmıştır.
İsrail rejiminin sorgulanmadığı dünyada, İsrail halen İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan acı olayları kullanarak adeta politik arenada at koşturuyor. Kaçırılan bir askeri için Lübnan’a savaş açabiliyor. 1.5 milyon insanın yaşadığı Gazze’yi ablukaya alarak adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürebiliyor. Yine Gazze’deki sivillere insani yardım götüren uluslar arası yardım filosuna uluslar arası sularda saldırarak 9 silahsız insanı öldürebiliyor. İsrail gizli servisi Mossad, Hamas liderlerinden İmad Mugniyye’ye Dubai’de düzenlediği suikastta da sahte İngiliz pasaportları kullanmış ve amacına ulaşmak için hiçbir kuralı önemsemediğini bir kez daha göstermişti…
Bir insan ülkesinin bombalanmasını ister mi?
Suriye’de muhalifler, ‘uçuşa yasak hava sahası’* sloganıyla büyük katılımlı bir eylem düzenledi… Ülkelerinin bombalanmasını isteyen bu insanlar Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı girişimlerini sürdürüyor. Esad da batının tuzağına düşerek olayları sert ve kanlı bir şekilde bastırıyor. Muhalifler ile Esad yanlılarının arasında ‘kan’ girince de uzlaşma daha da uzak bir ihtimal olmaya başlıyor.
Peki şimdi bir soru soralım. O gün Saddam’ın heykelini yıkanlar şimdi Saddam ya da Saddam’ın Baas Partisi halen siyasi bir figür olarak kalabilmiş olsa ve seçimlere katılsa bu partiye oy verir miydi vermez miydi?
Çünkü önceki örneklere bakarak - Libya, Irak, Afganistan- Suriye'nin de Esad sonrası 'iyi' konumda olacağını söylemek pek de koaly gözükmüyor...
İşte bu sorunun cevabı ışığında Esad’ın tekrar düşünmesi ve uzun vadeli planların peşinde olması daha doğrudur. Suriye için halen geç değil…
----------------------------
* Libya’da isyancılara NATO’nun destek verebilmesi için Birleşmiş Milletler öncelikle Libya hava sahasını uçuşa yasak alan olarak ilan etmiş, ardından da NATO’nun Libya saldırısı başlamıştı.
** Söz konusu plan, askeri operasyonların durdurulması, sivillerin korunması, Suriye ordusunun sivil yerleşim bölgelerinden çekilmesi, şubat ayından itibaren tutuklanan kişilerin serbest bırakılması, muhalifler ile Suriye yönetimi arasındaki ulusal diyaloğun Arap Birliği çatısı altında Kahire'de başlatılması, Katar başkanlığında bir Arap Birliği komisyonu oluşturulması ve Arap Birliği gözlemcilerinin Suriye'de bulunmalarına izin verilmesini içeriyordu.
Ancak Şam'ın kabul ettiği nihai belgenin, bu maddelerin tamamını içerip içermediği henüz netlik kazanmadı.
LİBYA'YA "ÜÇÜNCÜ" YOLDAN BAKMAK (22 Ekim 2011)
"İSRAİL'İN BİR VATANDAŞI BİN FİLİSTİNLİ'YE BEDEL" (17 Ekim 2011)
İsrail’le Filistin’in Gazze’deki yönetimini elinde bulunduran Hamas arasında ‘esir takası’ konusunda bir anlaşmaya varıldığı duyuruldu…
1 MAYIS'TAN WALL STREET'E ABD... (15 Ekim 2011)
ABD ve dünya ekonomisinin dolayısıyla da kapitalist sistemin başkenti olan New York'ta yer alan Zuccotti Parkı, 17 Eylül'den bu yana protestolara sahne oluyor. "Wall Street’i İşgal" adı verilen bu protestolar, aslında kapitalist ekonomik sistemin kalbinden yükselen isyan çığlığı...
Dünyada ve dolayısıyla birçok ülkede olduğu gibi Amerika'da da azınlıkların çoğunluğa tahakkümüne karşı açılan bu isyan bayrağı, aslında dünyanın hemen hemen her yerinde yıllardır dile getirilen eleştirileri açığa vuruyor. Ama Zuccotti Parkı'ndaki eylemi önemli kılan, New York Borsası'nın da içlerinde bulunduğu ve ABD'nin önde gelen finans kuruluşlarının bulunduğu bölgede yapılıyor olması...
Bu eylemler akıllara, 1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğindeki işçilerin günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktıları günü getiriyor. Chicago'daki gösterilere yarım milyon işçi katılırken, Luizvil'de ise o dönemde parklar siyahlara kapalı olmasına rağmen 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi birlikte yürüyüş yaptı ve işçiler, sokaklarda yürüdükten sonra da hep birlikte Ulusal Park'a giriş yaptı.
Bu gösteriler 1 Mayıs'ı izleyen günlerde tüm harareti ile devam etti. Uygulanan yasal baskılar ise yeni eylemlerin gerçekleşmesini engelleyemedi. 1889 yılına gelindiğinde ise toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kutlanmasına karar verildi.
Dünyanın süper gücü, yeri geldiğinde kendi bildiğini okuyan jandarması ABD, aynı zamanda da dünyanın sahnesi. Fırsatlar ülkesi olarak lanse edilen bu ülkede yaşanan gelişmeler de dünya sahnesinden yansıyan insanlığın aynadaki görüntüsü adeta...
Artık hemen hemen tüm dünyada kabul gören ve ardından birçok yeni açılımı getiren 1 Mayıs olayları gibi Wall Street protestoları da ardından yeni açılımlar ve tarihi adımlar getirebilir.
---------------------------------
YUNANİSTAN KRİZİ VE ALMANYA’NIN OLASI AB PLANI (12 Ekim 2011)
|
Yorumlar
Yorum Gönder