İdeoloji Akademisi

ALMANYA TEKRAR MI BÖLÜNÜYOR? (10 TEMMUZ 2024)




Son dönemde Almanya’da yapılan operasyonlarda bazı kişilerin ‘İmparatorluk Vatandaşı’ tabiri altında farklı bir örgüt yapılanması içinde olduğu görülmüştü.

 

Kendilerini mevcut Alman yönetimine bağlı görmeyen bu kişiler, kendilerini bu örgüt çatısı altında konumlandırıyor.

 

Sayıları binlerle ifade edilen bu kişilerin mevcut Alman yönetimiyle yaşadıkları fikri kopuş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasında resmi sınırlar ve Berlin Duvarı’yla olmasa da beyinlerde yeni bir bölünmenin habercisi gibi.

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik olarak iyi durumda olsa da dünyadaki politik gelişmelere özellikle askeri olarak açıktan bir müdahalesi olmayan Almanya’nın özellikle Rusya’nın Ukrayna işgali sonrasındaki durumu ise askeri olarak geri planda kalmışlığını daha da ortaya koymuş olabilir.

 

Belki de bu durumu kabullenmeyen bu bir grup Alman, kafalarında yeni bir sınır çizerek mevcut Almanya ile kendilerini bu alanda ayrı tutmak istemiş olabilir.

 

NTV’nin internet sitesinde yer alan haberdeki* ifadelerde de bu örgütün üyelerinin bazılarının Almanya’nı halen askeri işgal altında gördüğü belirtiliyor.

 

Önemli bir konu olarak aynı haberde söz konusu örgütün suç ve şiddet ilişkileriyle ilgili iddialar da ortaya konuyor.


https://www.ntv.com.tr/dunya/almanyada-darbe-davasi-basladiimparatorluk-vatandaslari-hakim-karsisinda,hpdausLNi0SAlrTk-ccR6A



                                                                    ----------0----------


KIRSAL ABD SİYASETİ (KABDS) (28 ARALIK 2023)

 


ABD, son yıllarda eskisi kadar güçlü sayılan bir ülke olmasa da dünyadaki ‘güç’ boşluğunda, farklı coğrafyalarda yine de at koşturmaya devam ediyor.

 

Gerek nüfus (333.649.281/2021 sayımı) ve gerekse de yüzölçümü (9.525.067 km2)* olarak dünyanın önce gelen ülkelerinden birisi olan ABD’de siyasi olarak da kimi zaman farklı sesler çıkabiliyor. Geleneksel olarak Demokrat ve Cumhuriyetçi isimleri altında partileşmiş iki siyasi yapının yer aldığı ülkede diğer siyasi oluşumların ise pek görünürlüğü yok.

 

Bu iki siyasi parti arasında değişen yönetimlerde devamlılık esası kapsamında ülke politikalarında genel bir değişim pek söz konusu olmuyor.

 

Son olarak Jeo Biden’dan önceki Demokrat Başkan Barack Obama döneminde Küba ile ilişki kurulması ve İran ile nükleer anlaşma gibi bazı ileri sayılabilecek adımlar atılırken, son Cumhuriyetçi Başkan Donald Trump döneminde ise bir devam politikası olduğu söylenebilecek Afganistan’dan çekilme gibi tarihi olaylar da yaşanmadı değil.

 

Ancak genele bakıldığında birbirinden çok da ayrı olmayan bu iki siyasi merkezden Cumhuriyetçi kanatta son dönemde farklı bir yönde ilerleyen gelişmeler yaşanıyor.

 

Bir iş adamı olan medyatik figür Donald Trump’ın 2016 yılında başkan seçilmesiyle başlayan süreçte alışıla geldik bir başkan imajından farklı bir izlenim çizen Trump, küreselleşme karşıtı ve belli konularda daha içe kapanık bir politika uyguladı.

 

Buradan Cumhuriyetçi Parti seçmeninin bakış açısına dönecek olursak da karşımıza farklı bir siyasi alan çıkıyor olabilir.

 

KIRSAL ABD SİYASETİ (kABDs)

 

Cumhuriyetçi partinin yüksek oy aldığı eyaletlere bakıldığında buraların daha çok güney doğu eyaletleri ile ülkenin iç kesimlerinde kalan kırsal bölgeler olduğu görülüyor.

 

Cumhuriyetçi aday Donald Trump'ın başkan seçildiği 2016 yılı ABD seçim haritası


Güney doğu eyaletlerinin ABD iç savaşındaki Konfederasyon geçmişini bir kenara koyacak olursak, kırsal kesimde yaşayan bir ABD seçmeninin gündelik hayatı ve dünyaya bakış açısıyla örneğin Manhattan’da yaşayan bir ABD’li seçmenin gündelik hayatı ve dünyaya bakış doğal olarak büyük farklılıklar içermektedir.





Evinizin konumu ve dolayısıyla manzarasına göre değişen trafik lambası, yol aydınlatmaları ya da binaların camlarından sızan beyaz-sarı ışıkların düşündürdükleriyle; kırsalda manzaraya dahil olan ay, yıldızlar ve belki de Samanyolu görsellerinin akla getirdikleri aynı olmasa gerek.


Şehir hayatının rutinliğinden azade bir şekilde ve ‘merkezden’ kopuk bir hayat süren kırsaldaki ABD vatandaşı, burada kendine özgü farklı fikirler üretmeye belki de daha meyyaldir. Ama bu fikirler şehirde türeyen fikirler gibi ayağı çok da yere basan bir düşünce olmama ihtimalini de büyük oranda barındırabilir.


FARKLI 'DİLLER'

 

Bunu örneklendirmek için de 2021 yılı Ocak ayında yaşanan ABD Kongre Binası baskına bakabiliriz. Trump destekçileri tarafından seçimi kaybetmeleri sonrasında Biden’ın seçimi kazandığını gösteren oy oranlarının onaylanması süreci** öncesinde yapılan baskında, binanın güvenliğini sağlayan görevlilerle karşı karşıya gelen kişilerin hal ve kıyafetleri çok da bildik değildi. Aşağıdaki fotoğrafa baktığımızda sanki iki taraf aynı ülkede yaşamıyor ve hatta aynı dili konuşmuyorlarmış gibi gözüküyor. Aslında belki de mecazi anlamda gerçekten de ‘aynı dili’ konuşmuyorlardır.


 Kongre baskınından bir kare


Kapitalist sistemin çarklarından belki biraz daha uzak ve bu çarkın oluşturduğu kaygılardan az da olsa sıyrıldığında kendine kalan vakitte farklı bir siyasi uç yakalamış insanlar, siyasi alternatifsizliğin olduğu bir ABD’de Trump’ın yeniden dizayn etmekte olduğu Cumhuriyetçi Parti’ye kanalize olmuş olamazlar mı?


BİR ÖĞRENCİ ODASI YA DA BİR KASABA VERANDASI

 

Tekrar Kongre baskına dönmek ve buradaki fotoğraflardan bir çıkarım yapmak gerekirse, -Baskın sırasında ve sonrasında yaşanan suç unsurları bir tarafa- antiküreselci, daha içe kapanık bir bakış açısıyla kırsalda yaşayan ABD’li, bir lise öğrencisinin okuldan döndüğünde akşamları kendi küçük odasına çekilerek hayaller kurması hatta belki zihninde ülkeler kurup yıkması misali, kendi küçük kasabasında işlerini bitirip de akşam verandasına çıktığın bu tarz hayaller kuruyor olabilir.

 

Bir dönem ABD’nin devlet olarak uyguladığı ve son dönemde adeta ‘dünyanın kötü jandarması’ gibi davranmasına alıştığımız için şuan şaşırtıcı da gelebilen ve daha çok Avrupa’nın işlerine karışmama yönündeki politika, (Yalnızlık Politikası)*** belki de şimdilerde bu ‘Kırsal ABD Siyaseti’ (kABDs) ile farklı bir biçimde uygulanmak isteniyordur.


https://tr.wikipedia.org/wiki/Amerika_Birle%C5%9Fik_Devletleri

** https://tr.wikipedia.org/wiki/2021_Amerika_Birle%C5%9Fik_Devletleri_Kongre_Binas%C4%B1_bask%C4%B1n%C4%B1

*** https://www.tuicakademi.org/yalnizlik-politikasi/


----------0----------


SAADET MECLİS'TE VAR AMA YOK, HDP BARAJI GEÇTİ AMA CUMHUR İTTİFAKI DAHA ÇOK... (1 Temmuz 2018)


24 Haziran 2018 tarihinde Türkiye bir kez daha sandık başına gitti ve yeni cumhurbaşkanı ile milletvekillerini seçti. Seçimden sonra ortaya çıkan toplu oy kullanımı videolarıyla birlikte diğer usulsüzlük iddiaları ortada dururken 'resmi' olarak seçim sonlandı.

Ortaya çıkan sonuçlarda ise Recep Tayyip Erdoğan bir kez daha cumhurbaşkanı seçilirken 'Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi' ile birlikte de yeni yetkileri kullanma hakkını da elde etti.

Bununla birlikte 550'den 600'e çıkan Meclis sandalyeleri için yapılan milletvekilliği seçiminde ise partilerin yaklaşık oy oranları resmi olmayan sonuçlara göre şöyle oldu: AK Parti yüzde 42.5 ile en fazla oyu alırken sonrasında ise sırasıyla CHP yüzde 22.6, HDP yüzde 11.7, MHP yüzde 11.1, İyi Parti yüzde 9.9, Saadet Partisi yüzde 1.3, Hür Dava Partisi yüzde 0.31 ve Vatan Partisi de yüzde 0.23 oy aldı.

HDP İLE İLGİLİ AKILDA KALAN SORULAR

TİP, Yeşiller ve Sol, EMEP ve SYKP gibi partiler HDP çatısı altında seçime girerken, DP de İyi Parti listelerinden seçime katıldı. Saadet Partisi, Millet İttifakı içinde yer alarak seçime girmesine rağmen bazı adayları ise CHP listelerinden seçime katıldı. MHP ile AK Parti ise Cumhur İttifakı adı altında seçime katıldı.

Bu durumda HDP listelerinden ve HDP'nin programı ile seçime katılan ve seçilen diğer parti adaylarının nasıl bir politika izleyeceği merak konusu. Kendi politikaları HDP ile ne kadar uyuşuyor? Büyük oranda uyuşmuyorsa neden HDP listelerinden seçime girdiler? Çok büyük oranda uyuşuyorsa neden ayrı parti kurdular? Bu sorular akıllarda...

Ayrıca HDP'nin seçim öncesindeki söylemlerinden birisi olan 'Eğer HDP yüzde 10 barajını geçemezse, HDP'nin çıkaracağı birçok vekilin AK Parti'ye geçmesi dolayısıyla hükümet kanadının Meclis'te çoğunluğu yakalayacağı' söylemi de seçimler sonrasında boşa çıktı. HDP'nin barajı geçmesine rağmen Cumhur İttifakı Meclis'te çoğunluğu elde etti. 

SAADET PARTİSİ KENDİ LİSTESİNDEN HİÇ VEKİL ÇIKARTAMADI

Ayrıca Millet İttifakı adı altında CHP ve İyi Parti ile seçime katılan Saadet Partisi, seçimden önce CHP ile aynı ittifakta olmasından dolayı eleştiriliyordu. Saadet ise bu eleştirilere Kıbrıs Barış Harekatı'nı da yöneten dönemin CHP-MSP koalisyonunu örnek göstererek cevap veriyordu. Ayrıca Saadet Partisi'nin ittifakta olmasına rağmen aslında kendi başına seçime girdiğini ve Saadet'e verilen her oyun yine Saadet Partisi'nin milletvekili çıkarmasına yarayacağını belirtiyordu.

Ancak sonuçlar pek de öyle olmadı. Saadet Partisi aldığı 1.3 oyla hiç vekil çıkartamazken, Saadet Partisi'ne gelen oylarla CHP'nin farklı bölgelerde vekillik kazandığı da çıkan haberler arasında. Ayrıca Saadet Partisi kendi oylarıyla vekil çıkartamazken, CHP listesinden seçime katılan iki Saadet Partili CHP'ye gelen oylarla Meclis'e girmeye hak kazandı.

1974'teki CHP-MSP koalisyon örneğinin 24 Haziran'da seçmeni ikna etmediği görülüyor. Bunun nedeni ise o dönem her iki partinin de birbirinden bağımsız olarak seçime girip sonrasında koalisyon yapması, 23 Haziran'da ise Saadet Partisi'nin daha güçlü konumdaki CHP'nin yanında konumlanmış gibi gözükmesi olsa gerek.


----------0----------

MERAL AKŞENER VE OĞUL ERBAKAN: ÇOK DA YENİ BİR ŞEY YOK ASLINDA... (5 Kasım 2017)


Siyaset değişimlere gebe ve siyaset kimi zaman da yeniliklerle güzel... Türkiye siyasetinde de yine bir yenilenme rüzgarı esiyor kaç zamandır. Bu rüzgarın görünen yüzünde Meral Akşener, diğer yüzünde ise Fatih Erbakan var...

Aslında bu iki isim de Türk siyaset sahnesi için yeni isimler sayılmaz. Ayrıca iki isim de siyaset sahnesine çıkma yöntemi açısından eleştirilebilecek bir yol izleyerek karşımıza geliyor. Meral Akşener 61 yaşında ve uzun yıllardır içinde olduğu siyasi arenada İçişleri Bakanlığı'ndan Meclis Başkanlığı'na kadar farklı görevlerde bulundu. Ayrıca Akşener'in ve partisinde ön saflarda yer alan isimlerin geçmişleri de ayrı bir soru işareti olarak orta yerde duruyor. Fatih Erbakan ise henüz 38 yaşında olmasına rağmen babası merhum Necmettin Erbakan'ın sağlığında ve vefatı sonrası siyaset arenasında ismi hep anılır kişilerden biri olarak biliniyor.

YİNE BİLDİK İSİMLER VE BABA REFERANSI...

Bu iki ismin siyasi arenada boy göstermenin yanında parti kurup tabir yerindeyse başa oynamak istemelerindeki eleştirilecek yön ise farklı. Yukarıda da söz ettiğimiz gibi Meral Akşener yıllardır siyasetin içinde olan ve geçtiğimiz dönemde MHP genel başkanlığı için girişimde bulunup engellenmesi sonrasında mağdur edebiyatı diyebileceğimiz bir yolla şimdi İyi Parti üzerinden hedefine ulaşmak istiyor.

Fatih Erbakan'ın ise durumu daha farklı. Yaşı genç olmasına rağmen ismi o kadar genç kalamadı. Ayrıca yine siyaset sahnesine çıkma yöntemi olarak eleştirilecek bir referans noktası ön plana çıkartılıyor. Bu da Necmettin Erbakan'ın oğlu olması. Oğul Erbakan'ın da yakın bir gelecekte Necmettin Erbakan'ın kurucusu olduğu ve 28 Şubat süreci sonrasında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi'ni yeniden kuracağı iddia ediliyor.

GENÇLİK BİR AVANTAJ...

Yıllardır siyasetin içinde olan bir ismin yeniden parlatılmak istenmesi  ve babasından dolayı oğlunun da potansiyel lider adayı gibi görülmesi yeni dönemde Türkiye siyasetine yenilik getir ya da bir şeyler katar mı bunu yaşarsak göreceğiz. Ancak Akşener ve oğul Erbakan ola ki bir yarışa girdi. Bunların içinde bir adım önde olan kim olur denilirse; bir adım önde olan gençliğinden dolayı Fatih Erbakan olabilir.

----------0----------

HDP'YE ATILAN OYLAR AKP'YE GİDECEK! (23 Mart 2015)


Türkiye'de yapılacak olan 7 Haziran genel seçimlerine artık az bir zaman kaldı. Şuanda Meclis'te grubu bulunan 4 parti bulunsa da bunlardan Halkların Demokrasi Partisi (HDP) seçime parti olarak değil de bağımsız adaylarla girdiği için aldığı oy oranında Meclis'te temsil edilmiyor. HDP, bu seçimlere ise parti olarak katılmayı ve yüzde 10'luk seçim barajını geçmeyi hedefliyor. Böylelikle daha fazla vekil elde edecek bu durum da iktidar partisi Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) sandalye sayısını düşüreceğinden AKP'nin tek başına iktidar olmasının önüne geçebileceği ileri sürülüyor.

Ancak bazı anketlerde HDP barajı geçmeye yakın ya da geçiyor gibi gösterilse de bu durum çok zor. Çünkü PKK terör örgütüyle doğrudan bağlantısı olan bir partinin bu derece oy toplaması pek muhtemel gözükmüyor. Bu durumda AKP'nin tek başına iktidar olmaması adına HDP'nin barajı geçmesi için HDP'ye atılan her oy bu parti baraj altında kaldığında bu kez o bölgelerden en çok oy alan AKP'ye milletvekili olarak geri dönüyor. Yani HDP'nin o bölgede yeterli oyu alarak çıkardığı vekiller, HDP ülke barajına takıldığı için o bölgede en yüksek oyu alan partiye kaydırılıyor ve bu da AKP...

PLAN İDDİASI

Zaten bu durumun bir plan olduğu ve HDP'nin bilerek seçime parti olarak girdiği ve baraj altında kalınca da AKP'nin anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla yine iktidar olacağı daha sonrasında da HDP-PKK ikili oluşumuna kapalı kapılar ardında verdiği sözleri yerine getireceği konuşulanlar arasında.

HDP SAMİMİ Mİ?

Her ne kadar HDP, AKP ile gizli bir anlaşma yapmadığını iddia etse de inandırıcı olamıyor. Eğer HDP samimiyse seçime parti olarak girmek yerine bir partiyle ittifak yapma yoluna gidebilir. İdeolojik ve mevcut ortam bakımından bu duruma en yakın parti de Cumhuriyet Halk Partisi'dir (CHP). HDP, CHP ile ittifak yaparak seçimlere katılırsa CHP'nin baraj sorunu olmadığından HDP'ye atılacak oyların da AKP'ye kayma riski önlenmiş olur.

----------0----------

GÖZ UCUYLA BAKILAN ÜLKE: İRAN (25 Haziran 2014)


İran… İslam dünyası haritası içinde yer alan ama aslında o haritanın da içinde olmayan bir ülke. Dini inanışları ve uygulamaları ile (Şii inancı ve muta nikahı gibi…)* diğer pek çok İslam ülkesinden ayrılan İran yine de bu ayrıldığı ülke halkları tarafından belli bir sempati ile karşılanabiliyor. Peki bunun nedeni nedir?

Bu durumun nedenleri arasında birkaç farklı etkeni sıralayabiliriz. Bunlardan ilki İran’ın 1979 devrimi ile başta ABD olmak üzere batılı egemen güçlere kafa tutması ve bu tarihten itibaren ülkeye uygulanan ambargolara rağmen kendi yağında kavrulmayı başarıp hatta ekonomik alanda belli ilerlemeler sağlamış olmasıdır.

Bunun yanı sıra nükleer program başta olmak üzere askeri konularda gösterdiği net ve tavizsiz tavrı da dünya kamuoyunun belli kesimlerinde takdir toplayan konulardan birisi olarak ön plana çıkmaktadır. Ayrıca İran tarafından yapılan ve ülkenin nükleer gücünün tüm İslam aleminin ortak gücü olduğu yönündeki açıklama da ülkeye bakışı etkileyen bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir.

Konuya İslam dünyası özelinde bakacak olursak da İran özellikle devlet kademesinde dış dünyaya yansıtmış olduğu şatafatsız ve gösterişsiz tavrıyla da ilgi çekmektedir. Son seçimlerle iş başına gelen Ruhani’den önceki cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın basında yer alan bazı fotoğrafları bu konuya örnek olarak gösterilebilir.




Özellikle ekonomik zorluklar içinde yaşayan diğer bazı ülke halkları eğer kendi devlet yöneticileri de ülkenin ekonomik zorluklarına rağmen lüks içinde yaşıyorsa içlerinde, İran’a bakarak bir örnek umma ve takdir etme isteği uyanıyor olabilir. Tüm bu durumlar bir arada değerlendirildiğinde İran, hem itici hem de ilgi duyulan bir ülke konumunda bulunuyor. 

* http://tr.wikipedia.org/wiki/Muta_nik%C3%A2h%C4%B1

----------0----------

ROMANTİK MİLİTARİZM BÖYLE BİR ŞEY OLSA GEREK (18 Mayıs 2014)


Romantik Militarizm... Bir gün ormanda yalnız başına yürümek, önündeki bir böceği ezmemek için adım kollamak, adım değiştirmek, kesilip yıkılmış bir ağacı öylece bırakmak, durup yaşlı bir ağacın köklerine bakmak, bir kelebeğin kanadında hayallere dalmak, yerdeki kuru yapraklara bile basmak istememek, toprağa normal bir toprağa öylece bakmak...

...ve yol bitimindeki ufacık bir köyden bile gerisin geriye ormana kaçmak...

Romantik Militarizm biraz da bu olsa gerek. Evet kesilmiş ya da yıkılmış, yani artık ölmüş bir ağacın yerinden kaldırmamak, onu bir nevi anıtlaştırmak zihinde. Belki inatlaşmak ama 'olsun, öyle dursun' demek. Tıpkı şehirlerdeki değişimlere karşı çıkmak gibi hatta odadaki bir eşyanın yeri bile değişmesin istemez mi bazen insan? İşte o ağaç da orada dursun, varsın yolun ortasından sarı bir çiçek çıksın, koparma öyle dursun, büyüsün. Tıpkı saçını, sakalını kesmediğin, saldığın gibi... Bırakalım orman da alsın başını gitsin. Ben bir köşesine ilişmeye çalışırım, böylesi saha şirin...

Evet işte Romantik Militarizm biraz da bu olsa gerek. Doğada bir pasif yaşam ön görse de gücü, şiddete karşı koymayı da dışlamamaktır. Ormandaki romantik adımlar sonrasında içinde oluşmaya başlayan korumasız kalma ve güçsüzlük duygusunu, silahını diğer kefeye koyarak dengelemek bu romantik adımlara bir kararlılık ve güç katar.

...ve günün sonunda rahata düşkünlük mü dersin ya da normale dönüş mü bilmem. Ormana ben bile fazla gibi gelirim sanki. Alırım bilmem hangi ormanlardaki ağaçlardan yapılmış defterimi, kitabımı ve giderim.


----------0----------


1 MAYIS SONRASI: EYLEM MANİFESTOSU (4 Mayıs 2013)



Bir 1 Mayıs daha geride kaldı. 3 yıl aradan sonra İstanbul yine savaş alanına döndü. Evet bildiğiniz savaş alanı. Barikatlar kuruldu, ateşler yakıldı, camlar kırıldı, taşlar atıldı. Polisler de gaz bombaları, plastik mermiler ve tazyikli suyla kalabalıkları dağıtmaya çalıştı. Saatlerce süren bu mücadele sonrasında sokakların görüntüsü ise olayların boyutunu anlatmaya yetiyordu.

İyi de neden böyle oldu? 3 yıldır Taksim Meydanı'nda kutlanan 1 Mayıs'ya olay çıkmadı, insanlar kutlamalarını yaptı. Taksim Meydanı'nda kutlamalar yapılmaya devam etse artık 1 Mayıs'larda hiç olay çıkmayacak mıydı yani? Tabiki hayır. Taksim belki de işin görünen yönü ya da bahanesiydi.



Sen o sokakta polise taş atan kıza 'Tamam gel ne istiyorsan o olsun. Devleti sen yönet, gel başbakan ol' da desen o kabul etmez. Onu öyle kabul edersen kazanırsın yoksa ne gaz bombası ve tazyikli suyun para etmez...



TAKSİM VERİLSE DE...

Çünkü solda, devrimde, sosyalizde bir mücadele bir direnme bir karşı koyma bakışı da var. Bu görüşler bu potansiyali de içlerinde barındırıyor. Bu nedenle isyan aslında yönetime, sisteme, baskılara ve engellemelere. Taksim bunun sadece son engelleme maddesine uyuyor. Taksim'in 1 Mayıs kutlamaları için verilmesi de aslında sadece bir adım. Taksim'de 1 Mayıs kutlamalarına izin verilse dahi bu grupların yine sokağa çıkmak, ateşler yakmak için bir nedenleri olacak.

Ama bu durum kimilerince 'Bak işte Taksim verildi yine olay çıkartıyorlar. Bunları derdi yakıp yıkmak' şeklinde yorumlanacak. Aslında bu isyanın nedeni Taksim, maksim değil. Bu isyanın sebebi sistem.

Bu durumu anlamayanlar hala sokaklara çıkanların neden 40, 50 yaşlarında işçi amcalar değil de onların çocukları olduğuna, neden ellerinde çiçekler değil de taşlar olduğuna, neden ağızlarının kulaklarına varmayıp da tülbentlerle flamalarla kapatılmış olduğuna takıp duracaklar.

ÖNCE ŞİDDET SONRA...

Dünyada da böylemi bilmem ama bizim ülkemizde malesef bu böyle. Yani sorun önce baskıyla, şiddetle bastırılmak istenir. İşin arka planını göstermek isteyenler yaftalanır. Ama nedendir yıllar sonra aynı noktaya gelinir de o aradan geçen yıllarda göçüp gidenler, kaybedilen değerler için bu sefer helalleşme seferberliği başlatılır.

30 yıl PKK sorununun arka planı araştırılmadı şimdi yaşananlar ortada. 1 Mayıs'larda yaşananlar da aslında başka bir toplumsal sorunun yansıması. Bu sokağa çıkanları 'marjinal gruplar, çoluk çocuk, çapulcu, anarşist' olarak nitelendirmek kolay. Asıl olan onları da anlayabilmek. Aslında bu durum PKK sorununu çözmekten de zor belki. Çünkü aslında orata çözülecek birşey de yok. Kabullenme meselesi var.

PKK konusunda ortada olan bir kimlik meselesi vardı. Burada ise asıl olan çok farklı. Yani sen o sokakta polise taş atan kıza 'Tamam gel ne istiyorsan o olsun. Devleti sen yönet, gel başbakan ol' da desen o kabul etmez. Onu öyle kabul edersen kazanırsın yoksa ne gaz bombası ve tazyikli suyun para etmez...
---------------------------------


ALAND DİYE BİR YER VAR... (16 Mart 2013)


Aland; İsveç ile Finlandiya arasında bir takım adalar bölgesi. İsveç'in Finlandiya'nın ve Rusya'nın tarihin farklı devrelerindeki egemenlikleri, savaşlar, farklı yönetimler ve el değiştirmeler... Ama önemli olan bu ufak ada bölgesinin kararlı duruşu ve özerkliği.

Birçok kişinin varlığından bihaber olduğu bu ufak ada bölgesi şuan resmi olarak Finlandiya'ya bağlı olsa da aslında özerk bir bölge. Özerkliğini de askeri yollara başvurmadan, terör estirmeden masa başında fikir yürüterek kazanmış bir bölge. Adalar askerden ve silahtan arındırılmış durumda. Yani hemen hemen isteyen her ülke elini kolunu sallayarak, ufacık bir askeri birlikte bu adaları işgal edebilir. Ama askeri çerçevenin dışında bakıldığında Aland'ın özerklik mücadelesi ve kendi kendini yönetme isteği küçük bir bölge olması nedeniyle doğrudan demokrasiye bir gönderme yapıyor, sakin ve hırstan uzak hayatı hatırlatarak bir farklılıklar 'adası' oluşturuyor.


ALAND'IN ÖRNEK AB PAZARLIĞI

Aland'ın Avrupa Birliği (AB) ile tanışması da bir hayli ilginç. Resmi olarak Finlandiya'ya bağlı olduğu için Finlandiya'nın 1995 yılında AB üyesi olması sonrasında Aland'ın da AB üyesi olması gerekirken, Aland özerk bir bölge olduğu için Finlandiya'nın bu kararı Aland'ı bağlamadı. Aland da iki ayrı referandumla kendi halkına AB üyeliğini danışarak, farklı imtiyazlar kazanarak bu üyelik sözleşmesinin altına imzasını ancak o zaman attı.

Finlandiya’nın AB'ye katılım anlaşmasının bir parçası olan protokol Aland’ın dolaylıvergileme hakkında 3. bölge olarak kabul edileceğini bildirir. Protokol ayrıca gerçek malvarlığı edinmeye ve Aland’da iş kurma hakkına dair özel hükümler içerir ve uluslararası hukuk ile Aland’ın özel konumunu korur. *

Son zamanlardaki ekonomik gelişmelerle birlikte Türkiye'nin de AB'ye bakışının değiştiği şu günlerde son 10 yıldan önce adeta AB'ye bir kurtarıcı olarak bakan kişilerin belki de bu küçücük ada bölgesinden alması gereken dersler olabilir.

* http://www.aland.ax/.composer/upload//lillaturkiska.pdf
--------------

'CHAVEZ GİTTİ' Mİ YOKSA 'CHAVEZ DE GİTTİ' Mİ? (9 Mart 2013)


Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in hayatını kaybetmesi dünya üzerinde yeni bir dalga oluşturdu. Tıpkı Chavez’in göreve gelmesinden sonra izlediği politikaların oluşturduğu gibi. Yani gelişi gibi gidişi de ses getirdi Chavez’in…

Che Guavara’dan Allende’ye ve şimdi de Chavez’e gelene kadarLatin Amerika’nın politik dünyası hep bir çatışma ortamında geçti ve öyle olmaya da devam ediyor. Ancak bu süreçte ortaya çıkan simalar da birer sembol olarak tarihteki yerlerini alıyor.

YILLAR SONRA OBAMA DENİLDİĞİNDE...

Obama’nın seçimleri kazanması sonrasında ABD’ye yönelik olumsuz tavır az da olsa azalsa da Obama tarihte ne kadar hatırlanacak? Belki Ladin’in öldürülmesi ve diğer bazı politik kararları nedeniyle ABD içinde belli bir kesimce anılacak ama dünya bundan yıllar sonra ‘Obama’ denildiğinde ne hatırlayacak? Obama ABD’nin 44. Başkanı ve o da diğer 43 meslekdaşı gibi sadece kayıtlara geçmiş harflerden ibaret olacak belkide.

Ama Latin Amerika’nın haksızlıklara uğrayarak darbelerle devrilen, haklarında sürekli suikast planları yapılan ve yeri geldiğinde dünyadan dışlanan devlet başkanları ve liderleri ise adlarını birer sembol olarak sadece ülkelerinin değil dünyanın tarih sayfalarına yazdırmaya devam ediyor. Chavez de çoktan onlardan biri oldu bile…
--------------------------------


ABD İFTİHARLA SUNDU: BİR OBAMA-ROMNEY ORGANİZASYONU (10 Kasım 2012)


Bir ABD seçimi daha sona erdi. Kazanan kazandı, kaybeden kaybetti. Ama bunların hepsi bilindik tabirle 'demokrasi kültürü' içinde yaşandı ve bitti. Amerikalılar oylarını kullandı, sayımlar yapıldı, açıklamalar birbirini izledi. Barack Obama kazandı, rakibi Mitt Romney yenilgiyi kabul etti ve Obama 4 yıl daha Beyaz Saray'da oturmaya hak kazandı.

Bütün bunlar bilindik seçim manzaraları olarak kayıtlara geçerken tüm bu organizasyonun arkasında bambaşka bir tablo daha vardı. Seçimi adeta bir şölene dönüştüren bu çalışmaların bir örneği de İstanbul'da sahnelendi. Haydarpaşa Tren Garı'nda gerçekleştirilen toplantıda ABD seçimleri gençlerin de katılımıyla sosyal medya üzerinden takip edildi, tartışıldı, konuşuldu. Twitter üzerinden gelen mesajların dev bir ekrana yansıtıldığı buluşmaya üniversitelerden öğrenciler, siyasi şahsiyetler, yorumcular ve politikacılar da katıldı.önce buluşacaktı işte elleri araya giresiye kadar.








ABD seçimleri adeta bir 'siyasi kültür' yarışması olarak takip edildi. Türkiye'nin siyasi literatür olarak hiç alışık olmadığı sahnelerin yaşandığı ABD seçimlerinin en belirgin özelliklerinden birisi de tartışma kültürünün ne kadar yerleşik olduğuydu.







ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone de Haydarpaşa'dan önemli mesajlar verdi. Son dönemlerde Türkiye'de de sıkça tartışılmaya başlanılan ve uygulamaya konulmak istenilen 'başkanlık sistemi' hakkında açıklamalarda bulunan Ricciardone, söz konusu bu sistemin uzun süredir ABD'de uygulanmakta olduğunu ifade etti. Bu sistemin tarihin sınavından geçtiğini belirten Ricciardone, başkanlık sisteminin çok da iyi bir sistem olmadığını ancak değiştirmenin zor olduğu için uygulanmaya devam edildiğini belirtti. Türkiye için adeta bir 'kurtarıcı' olarak yansıtılan bu sistem böylelikle üst düzey bir ABD'li politikacı tarafından adeta 'tacsiye edilmeyen' bir konuma gelmiş oldu.

Tüm bunların dışında ABD seçimleri kıran kırana geçen bir mücadele olarak değil de adeta bir 'siyasi kültür' yarışması olarak takip edildi. Türkiye'nin siyasi literatür olarak hiç alışık olmadığı sahnelerin yaşandığı ABD seçimlerinin en belirgin özelliklerinden birisi de tartışma kültürünün ne kadar yerleşik olduğuydu. Türkiye'de özellikle de son yıllarda hiç bir seçim arifesinde karşı karşıya gelmeyen siyasi liderler, ABD seçimi öncesi üç kez televizyon programlarında bir araya geleren politikalarını anlattı.

Türkiye'de ise bu ancak televizyonların kendi yaptıkları montaj sonrasında gerçekleşebiliyor. Parti liderlerinin yaptıkları konuşmalarda birbirlerine verdikleri cevaplar kesilerek sırayla ekrana yansıtılıyor ve böylelikle de siyaasilerin 'sanal' olarak karşılıklı tartışması ancak bu şekilde sağlanabiliyor.

Eski Avrupa'nın liderleri olan Mussolini, Stalin ve Hitler'in de siyasi bir rakibiyle karşılıklı olarak halk önünde tartıştığı pek de hatırlanır bir olgu değildir. Her ne kadar tam olarak bir örnek teşkil etmese de Türkiye'deki siyasi mantık da buna bağlanabilir. Siyasi liderlerin ayrı ayrı televizyon programlarına çıktığı ve bir grup gazetecinin sorularını cevaplandırdığı ya da parti toplantılarından birbirlerine cevaplar verdiği bir siyasi ortamda bulunan Türk vatandaşlarının, ABD seçimlerini izlerken adeta bir yarışmayı takip ediyorlarmış hissine kapılmaları da sürpriz olmasa gerek.


---------------------------------

MORE'UN ÜTOPYASI (24 Mart 2012)



Sözlük açmak zahmetine katlanmayanların bile "gerçekleşmesi olanaksız hayal" anlamında kullandığı Ütopya, babası belli ender isimlerden biri. Bernard Werber 'in "İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi"nde okudum: İngiliz yazar Thomas More, 1516 yılında yayımladığı ve hayalindeki ideal toplumu anlattığı kitabına, Yunanca olumsuzluk eki "u" ile yer anlamına gelen "topos"tan yola çıkarak Ütopya'yı oluşturmuş: Olmayan yer, ya da Düşülke.

Thomas More'un kitabında Ütopya, hayali bir adanın adıdır ve yazar, hayalindeki Ütopya'da yüz bin nüfuslu ideal toplumu yaşatır.

Ütopya halkını, aile toplulukları oluşturur. Her otuz aileyi, kendi seçtikleri 'Syphogrante' adı verilen bir yargıç temsil eder. Yargıçlar kendi aralarında bir konsey oluşturur ve dört aday arasından bir yönetici seçerler. Yönetici, 'Prens'tir. Ölene kadar Ütopya'nın lideri olmak için seçilir. Ancak ne oldum delisi olur diktatörlük taslamaya kalkarsa, alaşağı edilir.

Bir özgülük toplumu olan Ütopikler, kendi aralarında barışçıdırlar. Ancak saldıran olursa, savaşırlar da. Ama kendileri değil. Paralı askerleri, daha doğrusu ütopik toplumda para olmadığı için mal mülk karşılığı tuttukları 'Zapoletler'i dövüştürürler düşmana karşı. Üstelik hepsinin er meydanında ölmesi koşuluyla. Böylece muzaffer 'Zapoletler'in kahraman olarak geri dönüp Ütopya'nın başına geçmek, düzenini askeri darbeyle değiştirmek olasılığı ortadan kalkar. İşlevi bittikten sonra kendi kendini yok eden bir savaş aracıdırlar.

Ütopya'da para ve kavramı yoktur. Açık pazarda herkes ihtiyacı olanı, ihtiyacı oranında alır. Pazarda alınacak mal olabilmesi için de, her Ütopya yurttaşının iki yıllık "vatani" görevi, tarımcılıktır. Zaten Ütopya'da tembellik de yasaktır. Ev kadını yoktur, asilzade, uşak, dilenci de yoktur. Herkes bir işe yaramakta, ancak günde altı saatten fazla çalışılmamaktadır Ütopya'da.

Her ailenin evi, birbirinin aynıdır. Kapılarda kilit yoktur. Çünkü hırsız yoktur ve benim malım, senin malın gibi bir alışkanlık oluşturmamak için her ev ahalisi on yılda bir taşınmak zorundadır.

Yalnız hırsılık değil, yalan dolan da yoktur Ütopik toplumda. Yalan olmayınca, karı kocaların birbirini aldatması da düşünülemez elbette. Eşini aldatanlar ve tabi bu kadar "ideal" bir adadan kaçmak isteyenler, "özgür insan" niteliğini yitirir ve köle olurlar. Köleler eski memleketlerinin emrine girer ve çalışır babam çalışırlar.

Thomas More'un böyle bir toplum örgütlenmesine mekan olarak bir adayı düşünmesi boşuna değildir. Elinizi vicdanınıza koyup hayal edin. Yaşamın tadı tutu mu kalır, kim yaşamak ister bu koşullarda? Kaçıp kurtulmak, ağız tadıyla yalan söyleyip çalıp çırpmak isteyebileceklerin çok olcağını akıl ederek denizler ortasında bir ada düşlemiştir yazar. Bir düşünün: 16. Yüzyılda değil de 21. Yüzyılda tarif etmek gerekseydi Ütopya'yı, gazeteler ne yazar, televizyonlar ne söyler, haberciler hangi haberin peşinde koşardı?

Thomas More, İngiliz Kraliyet Şansölyesi ünvanına sahip hümanist bir diplomattı. Sekizinci Henry'nin, Hıristiyanlık dünyasını alt üst eden kraliçe boşamasına karşı çıktığı için 1535 yılında kafası kesildi.

Ütopyalarımız ve biz

Ancak Ütopya'nın gerçekte var olmadığı pek o kadar kesin değil. Çünkü adı ve anlamı, beş yüz yıldır unutulmadı, en azından bir kitapta yeri var. Üstelik o kitap ki, 18. Yüzyılda kimine başka hayaller ilham ve sosyalizme arkaik de olsa bir örnek ikram etti. Thomas More'un kellesinden sonra epeyce baş yedi "ideal toplum" ütopyası.

Hayaller mi öldürücü yoksa onlaı gerçekleştirmeye çalışmak mı, bilmiyorum. Ama insanlar yaşadıkça hayal edecek ve hayaller uğrunda olmasa bile ölecekler zaten.

-------------------------------

(Mine Kırıkkanat- Umudun Kırık Kanatlarında/ Sf: 173- 175)


--------------------------------------


İDEOLOJİK YÖNETİMDE GÜNEY AMERİKA SOSYALİZMİ (1 Ocak 2012)



Özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından artık ideolojik çekişmelerin sonunun geldiği ve Francis Fukuyama'nın da belirttiği gibi 'Tarihin sonunun' yaşandığı bir dönem olarak düşünülmekteydi.

Ancak aradan geçen zaman bu düşüncenin hiç de doğru olmadığını gösterdi. SSCB'nin dağılması ve Sosyalist Doğu bloğunun çökmesi sonrasında sosyalizm, dünya siyaset sahnesinde gerilese de asla sahneden tamamen çekilmedi. Her ne kadar ekonomik sistemi tartışılsa da en büyük sosyalist ülke olarak Çin varlığını korurken, Çin'in dışında Kuzey Kore, Küba, Venezuela, Vietnam gibi ülkeler hala farklı varyasyonlarla da olsa sosyalist hükümetlerce yönetilmektedir.

Şimdilik kapitalist ve sosyalist ideolojilerin farklı yorumlarının dünya ülkelerine dağılmış olduğu görülse de farklı ideoloji ve düşünceler de olası ortaya çıkma potansiyellerini sürdürmektedirler...

İşte Güney Amerika'da bu konuda öne çıkan kıtalardan biri oldu. Bu bölgenin ideolojik yönetim konusunda öne çıkmasının nedeni ise kıtadaki ülkelerin blok olarak sosyalizme kaymasında dolayıdır. Henüz 1 Ocak 1959 tarihinde Küba'da başlayan kömünist yönetim - Halen varlığını sürdürmekte ve bugünlerde 53. yılını kutlamaktadır- özellikle Soğuk Savaş'ın bitmesi ve 2000'li yıllarda ABD'nin bölge üzerindeki baskıcı denetiminin bölge halklarını isyan noktasına getirmesi ve IMF politikalarıyla iflasın eşiğine gelen bölge ülkelerinin akibeti Venezuela önderliğinde diğer ülkelerin de sırayla yapılan seçimler sonrasında sosyalist liderleri iş başına getirme eğilime dönüşmüştür.

İşte ideolojik yönetim planında ön sıralara yerleşen Güney Amerika'daki ülkelerin sosyalizme yaklaşma öyküleri ve el değiştiren yönetimler...










* PERU: Yeni Chavez Humala

Peru Gama 'Peru kazanıyor' sol ittifakı 5 Haziran 2011’deki seçimde yerli kökenli eski bir subay Ollanta Humala ile zafere ulaştı. Humala’nın ikinci bir Chavez olması bekleniyor. Sol ittifakın adayı olan Humala radikal bir anti-kapitalist ve emperyalist söyleme sahip.

URUGUAY: Tupamarolar liderleri Mujita ile iktidarda

29 Kasım 2009’daki seçimde Uruguay’da devlet başkanlığına sol ittifak Geniş cephe’nin (FA) adayı eski gerilla lideri Jose Mujica seçildi. Yeraltında faaliyet gösteren Tupamaros Ulusal Kurtuluş Hareketi (MLN) kurucularındandı. 15 yılını tek başına bir hücrede geçiren ve işkenceye uğrayan 76 yaşındaki Mujica, Geniş Cephe'nin parçası olarak Halk Katılım Hareketi'ni (MPP) kurdu.

NİKARAGUA: Sandinistler yine yeniden işbaşında

Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) ve uzun süredir liderliğini yapan Daniel Ortega, 5 Kasım 2006’daki seçimlerde devrimle ele geçirdikleri, daha sonra bir genel seçimle kaybettikleri iktidarı bu sefer 'demokratik' bir yolla yeniden kazandılar. 'Sandinistlerin dönüşü' Latin Amerika'daki sol dalga için büyük bir öneme sahipti. 1979'da Sandinistlerin önderliğindeki halk hareketi Samoza diktatörlüğünü ve onun arkasında olan ABD destekli kapitalist ve toprak ağaları rejimini yerle bir etti. 1990’a kadar 11 yıl Sandinistler iktidardaydılar.

EL SALVADOR: Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi geri döndü!

Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) 18 Ocak 2009’daki seçimden kazanarak işbaşına geldi. FMLN’nin adayı Mauricio Funes aynı yılın 15 Mart’ında Devlet Başkanlığı’na seçildi. Funes FMLN'nin gerilla mücadelesine katılmamış şehirli aydın kadrosundan geliyor.

BREZİLYA: Eski bir kadın gerilla devletin tepesinde

İşçi Partisi 2002’de oyların yüzde 61’ini alan sendika kökenli solcu lider Luis Inacio Lula da Silva ile iktidara geldi. İki dönem işbaşında kalan Lula geçen ekimdeki seçimlerde yerini eski bir gerilla komutanı olan Dilma Rousseff’e bıraktı.

VENEZUELA: '21. yüzyıl sosyalizmi'nin peşinde

Devlet başkanlığı süresince bir darbe girişimi, bir ulusal grev ve aleyhine sonuçlanan bir referandum atlatarak siyasi arenada kalmayı başaran solcu lider Hugo Chavez, 1999’dan bu yana aralıksız olarak işbaşında. Chavez kıtada ABD emperyalizminin baş düşmanı konumunda bulunuyor. Devlet başkanlığına seçildiğinden beri, ABD karşıtı söylemini koruyor ve bu ülkeye emperyalist emelleri olduğu gerekçesiyle sert eleştiriler yöneltiyor. ABD, Chavez’e, Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro ile olan dostluğu sebebiyle de sıcak bakmıyor.

BOLİVYA: Yerli kökenli Evo ABD’nin belalısı

Adını Simon Bolivar’dan alan Bolivya’nın yerli kökenli ilk lideri olan Evo Morales, Sosyalist Hareket Partisi’nin (MAS) lideri. Koka yaprağı yetiştiren köylülerin hareketi olarak bilinen 'cocalero' hareketinin de önderliğini üstlenen Morales, 2005’te yönetimi devraldı. Yerli halklara 500 yıldır uygulanan baskı politikalarını giderme sözü veren Morales, Chavez’in yakın müttefiklerinden. Morales, ülkenin geniş doğal gaz kaynaklarını kamulaştırma politikası izliyor. Morales’in ayrıca, okullarda yerli dillerinin öğretilmesi ve din reformu gibi radikal sosyal açılımları da bulunuyor.

EKVADOR: Batı eğitimli ABD karşıtı solcu lider

2006 yılında yapılan seçimlerde eski Ekonomi Bakanı Rafael Correa devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. IMF’ye, ABD’ye ve serbest piyasa ekonomisine karşıtlığıyla bilinen Correa, Latin Amerika’nın Washington’u dengeleyecek bir güç olarak ortaya çıkmasını dilediğini açıkça dillendiriyor. Correa iktidardaki partisi Ülke İttifakı Hareketi (AP) ile toplumsal ve siyasal dönüşüm için seferberlik ilan etmiş durumda.

PARAGUAY: Solcu rahip ve 'kurtuluş teorisi'

Kıtanın en muhafazakâr ülkelerinden olan Paraguay’da eski bir rahip olan Fernando Lugo sekiz küçük sol partinin oluşturduğu 'Değişim için Yurtsever İttifak' grubunun adayı olarak 2008’de seçildi. Bu gruba, partilerin yanında sendikalar ve köylü hareketleri de destek verdi. Colorado Partisi’nin 60 yıllık iktidarına son vererek başkanlık koltuğuna oturan Lugo, komşuları Uruguay ve Brezilya gibi sol bileşenlerin önemli bir parçası. Kıtaya özgü sol ideoloji ve Hıristiyanlık arasında paralellikler çizen 'Kurtuluş Teorisi'nin savunucusu.

KÜBA: Castro kardeşler sosyalizmin yılmayan sesi

Küba, yalnızca Karayipler ve Latin Amerika’da değil Dünya’da da anti-emperyalist duruş ve direnişin bir simgesi durumunda. 1959’dan bu yana ülkede sosyalist bir yönetim bulunuyor. Küba Komünist Partisi iktidarı Fidel Castro’nun ardından Raul Castro tarafından temsil ediliyor.

ARJANTİN: Peronist kadın lider zayıf halka

Merkez sol Cristina Fernandez Kirchner bölgedeki sol iktidarların belki de en zayıf halkasını oluşturuyor. Eşinin ardından iki yıl önce yönetime gelen Kirchner 'Peronist' söyleme sahip ve popülist politikalar yürütüyor.
---------------------------

* Birgün Gazetesi- Eleştirel Kültür- Güney Amerika'da Sol Dalga- 12 Haziran 2011