İstanbul Misyonu

HALİÇ (7 Eylül 2022)


Yağmur yağıyordu ve ben Haliç’ye yürüyordum.

Seçim vardı değişmeyenleri değiştirmek için. Değişti de değişmeyenler birkaç yıl sonra ama ne için?

Yağmur yağıyordu ve ben Haliç’ye yürüyordum. Daha pazartesiye çok vardı biliyordum. Acelem yoktu şimdiki gibi koşmuyordum.

Duvarlarda seçim afişleri yağmurda ıslanan. Hava muhalefeti başlamıştı bile adayları yıpratmaya anlaşılan. Pazartesi okul var. Ülke gibi, kale gibi, sığınak gibi olan okul hani. Bizi müfredatla değil ama gayrıresmi olarak hayata hazırlayan.

Yeni hikayeler yazıyordu çocuklar ellerinde küçücük kurşun kalemler. Acıyan parmakların sızısını geçiren satırlar kalıyordu geriye ve bitirilmiş defterler.

Avuntumdur yeni hikayelerin yazılıyor olması. Tıpkı bizim, sizin ve onların yaptığı gibi. Bir pencere, tahta ya da plastik moda ya. Bir sokak lambası eski usul direği tahta ya da yeni nesil havadan sallandırma. Ama yağmurda ıslanan asfalt hala aynı galiba.

İşte binlerce, milyonlarca hikayenin arka planı. Varın siz doldurun üzerini köşesini, kıyısını. Okuldan gelişler üşümüş ya da terli. Sobanın önüne çöküşler kışın ya da bir bardak soğuk suyun kafaya dikilişi.

Soba dumanının yerini egzoz kokusu alalı çok oldu. Yağmur da artık eskisi gibi sakin yağmaz oldu. Soğuk günler de daha sıcakları lehine ortadan kayboldu.

Lezzetli yemekler çıkartan bir lokantanın işletmecisi değişmiş de adı aynı kalmış gibi sanki. Mekan aynı mekan ama zaman artık başka zaman. O tat ise birkaç saniyelik gülümsemeler artık anılarda kalan.

Yeni hikayeler yazılmaya devam ediliyor evet de hala çözemedim bizim zamanımız da bizden öncekiler gibi bizden sonrakilerden daha mı güzeldi yoksa yaşlandık diye mi böyle?

----------0----------


KAR BEYAZIMIZI ÇALDILAR... (13 Aralık 2018)


Güneşli bir aralık sabahında düşünüyorum, kar beyazımızı nasıl çaldıklarını bizden… Zaman geçti, biz büyüdük ve kar yağmaz oldu artık şehrimize… Şehir büyüdü, dünya ısındı. Kar gelse de üstümüze, yağmur olarak düşüyor artık avuçlarımıza, yazık.

Ne yani, çocuklarımız duyamayacak mı karın üzerine bastığımızda çıkan o sesi? Ne yani kar topu oynayamayacak mı şimdi torunlarımız? Nasıl yani? Kardan adam yapıp, kar yağarken göğün o farklı rengini göremeyecek mi bizden sonra bu şehirde dünyaya gelen çocuklar? Ne demek karlı gecede havanın adeta aydınlık olduğunu görememek? Nasıl olur cama yapışan bir kar tanesinin yıldız şeklini artık inceleyemeyecek olmak…

Biz kıskanırdık adeta karı… Geceden başladığında yağmaya, “Onun üzerine basan ilk biz olmalıyız” derdik içimizden. O kış sabahlarında para verseler erken kalkmazdık yataktan belki ama o taze kara ilk adımı atmak sanki Ay’a ayak basmak gibiydi bizim için… Sabah erkenden kalkardık… Yok mu yani artık okul dönüşü eller cepte, biraz da çamura batmamak için taze karlı kaldırımları seçip de eve öylece yürümek?

Körfez Savaşı zamanında ateşe verilen petrol rafinerileri nedeniyle “Artık kar siyah yağacak” derlerdi bize, şaşırırdık. Aklımıza kazımak için karın beyazını, yere düşen tanelere adeta gözümüzü kırpmadan bakardık… Ama şimdi ne, siyah ne beyaz… Kar kültürümüzü çalıyor bizden ‘gelişen’ ekonomi, yazık!


----------0----------

İSTANBUL'UN MERKEZİ NÜFUSU OSMANLI DÖNEMİNDEN DAHA AZ (3 Mart 2017)


İstanbul asırlardır dünyanın önde gelen şehirlerinden birisi olarak varlığını sürdürüyor. Yenikapı'da yapılan kazılar şehrin bilinen tarihini daha da eskilere taşırken, kent; antik dönemden günümüze değin değişik isimlerle farklı yönetimler altında bir cazibe merkezi olageldi. 

Şehrin nüfusu ise dönemsel etkilerle kimi zaman artarken kimi zaman ise azalmaktaydı. Son dönemde artan iş ve dış göçle kentin nüfusu bir hayli arttı. Ancak aslında İstanbul'un 'merkezi' nüfusu hemen hemen hep aynı kaldı ve hatta azaldı.

Bilindiği gibi eskiden 'İstanbul' bugün sınırları Tekirdağ'dan Kocaeli'ye kadar uzanan bir coğrafyayı temsil etmiyordu. İstanbul sadece tarihi yarımada üzerinde ve surlar içinde kalan alanda yer alıyordu. Hatta Eyüp Sultan, Galata ve Üsküdar dahi İstanbul'a dahil sayılmaz ve bu bölgelerin kadıları İstanbul kadısından ayrı olarak atanırdı. Üsküdar'da ya da Galata'da olan birisi tarihi yarımadaya geçerken "İstanbul'a iniyorum" ifadesini kullanırdı.

Bu nedenle de İstanbul'un cumhuriyet öncesi nüfusu büyük oranda, Osmanlı ve Bizans zamanındaki nüfusu ise hemen hemen tamamen sur içindeki nüfusuna tekabül ediyordu. Bu bilgilerden yola çıkacak olduğumuzda ise Bizans ve Osmanlı zamanındaki İstanbul nüfusunun günümüzdeki karşılığı, tarihi yarımada üzerinde yer alan ve günümüzde İstanbul'un 39 ilçesinden sadece birisi olan Fatih İlçesi'nin nüfusu olarak karşımıza çıkıyor.

İSTANBUL'UN 'MERKEZİ' NÜFUSU OSMANLI DÖNEMİNDEN DAHA DA AZ

Fatih İlçesi'nin günümüzdeki nüfusu 420-450 bin civarında yer alıyor. Fatih Belediyesi'nin resmi sitesinde ilçenin 2008 yılındaki nüfusu 443.995 olarak verilmiştir. * nufusu.com sitesinde ise ilçenin nüfusu 2007'den 2017'ye kadar sadece 10 bin artış göstererek 433.873'e yükselmiş olarak gözükmektedir. ** Prof. Dr. Recep Bozlağan'ın İstanbul; Derinlik, Değişim ve Güç adlı kitabında ise şehrin cumhuriyet öncesi nüfusuna da değinilerek bu oran kimi zaman 400 binin üzerinde kimi zaman ise 800 binden fazla olarak ifade edilmiştir. Adı geçen eserse Osmanlı hükümetinin 1885 yılındaki resmî sayımına göre şehrin nüfusu 873.565 olarak ifade edilmektedir. *** İstanbul'un Bizans ve Osmanlı devleti zamanında hemen hemen sadece sur içinde yer aldığını düşünürsek, şehrin o zamanki nüfusunun da günümüzdeki Fatih İlçesi kadar ve hatta zaman zaman daha da az olduğunu görüyoruz.

ELEKTRİK KESİNTİLERİ GERÇEĞİ İŞARET EDİYOR

Yani aslında İstanbul'un 'merkezi' nüfusu asırlardır hemen hemen aynı oranda seyrediyor. Ancak tabi ki yerleşik nüfusun yanı sıra günümüzde gün içinde iş-okul ve başka sebeplerle ikamet ettikleri noktalardan Fatih'e gelen insanlar gün içinde nüfus dalgalanmalarına neden olabiliyor. Bunun yanı sıra araç trafiği, gürültü ve aydınlatmalar da şehri olduğundan ve olması gerekenden daha hareketli ve karmaşık gösterebiliyor. Belki de şehrin gerçek sakin halini geniş çaplı elektrik kesintilerinde görebiliyoruz. Hele bu kesinti gecenin geç saatlerindeyse bu gerçek daha net görülebiliyor.

------------------

http://www.fatih.bel.tr/icerik/87/bugunku-fatih/

** https://www.nufusu.com/ilce/fatih_istanbul-nufusu

*** http://www.haber7.com/kitap/haber/879650-istanbul-nufusunun-tarihi-gelisimi

----------0----------

YAŞANILAN ESKİ Mİ, 'YENİLENEN' ESKİ Mİ? (14 Kasım 2017)




Eski şehirler kimilerinde merak uyandırır... Kimler yaşamış, neler yapmış, neler yemiş, neler içmiş... Bu nedenle kimi zaman evlerinde oturdukları rahat koltuklarına hiç de benzemeyen yol ve ülke şartlarında gezerler, görürler, fotoğraf çeker, hafızalarına notlar alırlar... Belki de bir daha hiç gelemeyecekleri bu yolları, sokakları akıllarına kazımak için...

TURİST YOĞUNLUĞU

Turistler böylesi merakla etraflarına bakınırken acaba o ülkelerin, o şehirlerin yerlileri bu gezginler hakkında neler düşünüyordur? Hele ki tarihi eserleri elden geçmiş, birçoğu müzeleştirilmiş ve el kitapçıklarındaki yerlerini almış, her yıl turist sayısının arttığı bir yer olduğunu düşünürsek... Venedik* ve Barcelona'da** turist yoğunluğundan dolayı bu tür bir tepki dile getirilmişti.

Şimdi İstanbul'u da şöyle bir gözümüzün önüne getirelim. Euromonitor’den elde edilen bilgilere göre*** İstanbul’u geçtiğimiz yıl (2016'da) 9,1 milyon kişinin ziyaret ettiği belirlenirken 2025 yılında bu rakamın 11,6 milyon olması bekleniyor. ...ki İstanbul'un şuan ki durumu ortada. Şehir koca bir şantiye halinde, bazı tarihi eserlerin hali içler acısı... Şehir surlarının üzeri yer yer yazı tahtasına dönmüş, bazı noktalarda adeta içinden beton akan bir kent görünümünde...

Bir de İstanbul'un da eski bir Avrupa kentinde gördüğümüz gibi tarihi eserlerinin eli yüzü düzgün olduğunu, restorasyonların doğru düzgün yapıldığını ve şuan başı boş olan tarihi eserlerin de müzeleştirilip turistlerin ellerindeki kitapçıklarına girdiğini düşünelim. Belki o zaman İstanbul da köşe bucak turistten adım atılmayan bir kent olurdu. 

YAŞANILAN ESKİ Mİ, 'YENİLENEN' ESKİ Mİ?

Ne dersiniz? Tarihi eserlerimiz varsın çok bakımlı olmasın... Ama o yaşanmışlık ve yaşanılırlık havasını da kaybetmesin... Örneğin geçmişte fabrika olarak kullanılmış bir yapıyı halen işlerken mi görmek daha güzel yoksa ayaklarına galoşlarınızı giyip duvardaki yazılara bakarak hafızanızda kurgulamak mı? 

Ya da rehber eşliğinde tarihi bir şehrin bir çoğu kafe ve hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu sokaklarında mı gezmek istersiniz yoksa halen mahallenin ihtiyacına hizmet veren dükkanlarla dolu sokaklarda sevdiğinizle kol kola kaybola kaybola keşfederek mi dolaşmak istersiniz? Bence birincisi...

----------

* http://tr.euronews.com/2016/09/13/venedik-te-asiri-turist-isyani

** http://www.haberturk.com/ekonomi/turizm/haber/1089002-barcelona-belediye-baskaninin-turist-isyani

*** https://www.projemlak.com/istanbul-dunyanin-en-populer-15-sehri-oldu/6281/

----------0----------

YAĞMURU ÖZLEYEN ŞEHİR... (2 Ekim 2017)



Kimi zaman özlenir yağmur... Anıları ıslatıp hatırlanır hale getirsin diyedir belki de... Çaya banılarak tadına varılan kraker misali... 

İstanbul'da da böyle bir akşamdı... Yağmur yağdı, anılar ıslandı...


----------0----------


ŞEHRİN MERKEZİ FİLİZLENİYOR (30 Temmuz 2017)


Dünya nüfusu artıyor, şehirler genişliyor. İnsan yayıldıkça yeşil geri çekiliyor. Dünyaya beton grisi ve asfalt siyahı bir renk hakim oluyor. Uzaydan bakınca gezegenimiz hala mavi ağırlıklı, orman yeşili, toprak rengi ve bulutların beyazıyla bilindik bir görüntü sergilese de gri-siyah tonlarının yakında uzaydan da görülmeyeceğini iddia edemeyiz...

Hal böyleyken insanları kah emekli olunca kah da emekliliği bile beklemeden şehirlerden kaçmaya, merkeze daha uzaktaki yeşili bol alanlarda yaşamaya başladı. Bazen de imkanı olanlar, şehrin 'kırsalında' ev alarak hafta sonları ya da boş zamanlarında bu yeşil sığınaklara kaçar oldu.

Ama bu duruma da çomak sokan bir problem vardı: Trafik! Git-gel, git geleme ya da hem gideme dolayısıyla da geleme... Hem bu sorun yüzünden merkezden fazla uzaklaşamama durumu hem de maddi imkansızlıklar ya da insanı merkeze bağlayan zorunluluklardan ötürü bir baktık ki şehir merkezleri yavaş yavaş yeşermeye başladı. İlk önce neresi yeşerdi bilmem ama bu belki de bir balkondu. Sonra pencere önleri, apartman önündeki kaldırımlar derken artık yerel yönetimler de bu 'yeşil moda'ya ayak uydurdu. 

BOSTANLAR GERİ DÖNÜYOR

İstanbul'da son dönemde merkezi belediyelerin hamlelerine bakarsak bunun örneklerini görebiliriz. Üsküdar Belediyesi Kuzguncuk Bostanı'dan sonra İmrahor Bostanı'nın da açılacağını duyurdu mesela. Fatih Belediyesi de Yedikule Bostanları'nın yeni hali ile bostan toprağına bir tohum daha atmaya niyetli gibi gözüküyor. 























Yedikule Bostanları Projesi























İmrahor Bostanı Projesi - Üsküdar

Bostanların yanı sıra başka yeni yeşil alanlar da hayatımıza girmeye devam ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Binası'nın yanında yıllardır yer alan ve bir dönem evlendirme dairesi olarak hizmet veren bina yıkılarak yerine yeni bir park yapılıyor mesela. Yerel yönetimlerin yanı sıra vatandaşların kendi inisiyatifleriyle oluşturduğu bir diğer kent içi bostanı da Beyoğlu sınırları içindeki Roma Bostanı*. Bu minik alanda halkın kendi ektiği sebzeleri yiyor olması önemli bir umut ışığı yayıyor.



Roma Bostanı - Beyoğlu

Bu örneklerin dışında araç trafiğine kapanan bazı sokaklar, yeşillendirilen ufak parklar da kent içindeki yeşilin cami avluları ve mezarlıklara hapsolmaması sağlayan elimizdeki yeni kurtarılmış bölgeler oluyor adeta.

Kent kırsala doğru büyürken yapılan projeler için ağaçlar kesiliyor, toprak betonlaştırılıyor. Yeşile doymak için şehir dışına kaçanların da yeşili soluyor. Ama artık grileşen kent merkezleri filiz veriyor, yeşeriyor. Düşünsenize bir gün yeşil uzaklardan kalkıp tam da sizin, bizim mahallemize taşınıyor. Hayali bile güzel...

http://romabostani.org/


----------0----------

TARİHİ MİRAS AYYAŞLARA EMANET! (27 Temmuz 2016)


İstanbul yüzyıllar boyunca medeniyetlere beşiklik etmiş, dünyayı büyülemiş ve fikirler üretmiş bir kültürel üretim alanı adeta.

Ancak son yıllarda yaşanan tarih katliamları, Roma'dan günümüze uzanan tarihsel zincirin halkalarını artık yıpratmanın yanı sıra koparmaya başlamış durumda.

Marmaray kazısıyla başlayan ve özellikle Sirkeci, Yenikapı ve Üsküdar bölgelerinde yoğunlaşan kazılarda elde edilen bulgular, şehrin geçmişini bilinenden daha da gerilere tarihler ve bu yeni bulguların üzerine kol kanat gerilirken, asırlardır gözümüzün önünde olan bir o kadar değerli eser ise göz göre göre yok olup gidiyor.

İSTANBUL'A AÇILAN KAPININ HALİ İÇLER ACISI

Tarihi İstanbul surları da bu yitip giden eserlerin başında geliyor. Fatih Sultan Mehmet'in kutlu ordusuna boyun eğip bir köşede beklemeye başlayan bu anıtsal yapı, artık ayaklarımızın altına serilerek toprak oluyor maalesef...

Bu yok oluş yalnızca Bizans İstanbul'una ait de değil. Fatih Sultan Mehmet'in Şehre ilk giriş yaptığı yer olarak kabul edilen ve bu anı hatırlatmak için yanına bir de yazılı bir pano konulan Edirnekapı, artık diğer bir çok 'kapı' gibi ayyaşlar ve evsizler tarafından mesken tutulmuş durumda. Özellikle kışın soğuk gecelerinde bu kapıları kendilerine mesken edinen bu insanlar yaktıkları acımasız ateşleriyle bu asırlık taş blokları kara lekelere büründürüyor, boş içki şişeleri ise neredeyse her boşluğu doldurmuş durumda bulunuyor.



Surların çevresini mesken tutanların yaktıkları ateşten geriye kalanlar (Görüntüdeki taşların tarihi sur kalıntısı olup olmadığı bilinmiyor)

ALEVLER, İÇKİ ŞİŞELERİ VE YIKIM

Hemen her gün yeni bir alevin yükseldiği bu tarihsel alanda ne yazık ki ne bir güvenlik ne de bir koruma bulunmuyor. Sanki tarihi hiç bir değeri yokmuş ve görevi sadece cadde ile binaları birbirinden ayırmak olan bir duvar muamelesi gören bu asırlık surlar üzerindeki yüzlerce yıllık işlemelerle yok olmayı sürdürüyor.

Geçmişi henüz yüz yılı yeni geçmiş evler için bile 'bir çivi bile çakılmaz' kararı alan kurumlar, ne yazıkki asırlar önce yaşamış Bizanslı ustaların elinden çıkan motiflerle dolu taşları, daha da önemlisi Fatih Sultan Mehmet'in şehre ilk ayak bastığına inanılan kapıyı korumak için kılını bile kıpırdatmıyor.



Üzeri tarihi motiflerle süslü tarihi surların önü adeta çöplük gibi kullanılıyor.



Surların tarihi bir varlık olarak değerlendirildiğinde ve Marmara, Haliç ve kara surları olarak bir bütün halinde ayağa kaldırıldığında ne kadar büyük bir tarihi ve turistik değer olduğu bir türlü anlaşılamıyor. 



Asırlık sur duvarları hiçbir koruma önlemi olmadığından geri dönüşü çok zor olan tahribatlara maruz kalıyor.


Sur duvarlarının bir kısmı ise halen toprak altında. Her gün üzerinden geçen yüzlerce insanın ayakları altında toprağa karışarak yok oluyor. 

EDİRNEKAPI ERİYOR

Fener- Balat kentsel dönüşüm projesiyle birlikte Ayvansaray ve Anemas Zindanları'nın bulunduğu bölge ile özellikle Zeytinburnu bölgesindeki surlarda yapılan iyileştirmeler ne yazık ki Edirnekapı ile Topkapı arasında kalan alana hiç uygulanmıyor. Üstelik yukarıda da söz ettiğimiz gibi Fatih Sultan Mehmet'in şehre buradan girdiği kabul edilmiş olduğu halde...


----------0----------


TARİHİ YARIMADA'YA SAPLANAN BETON HANÇER: YENİKAPI MİTİNG ALANI (4 Haziran 2016)


3. köprü, 3. havaalanı, rezidanslar derken İstanbul her gün biraz daha betonlaşmaya devam ediyor. Tarihi Yarımada merkez alındığında diğer bölgelerin artık betonlaşmaya terk edilmişliği biraz da olsa kabullenilmişken, 'Bari Tarihi Yarımada yeşil kalsın, betonlaşmasın' talebi de karşılanamıyor. Tarihi Yarımada'daki betonlaşmanın son dönemdeki simgesi ise antik Yenikapı Limanı'nın (Theodosius Limanı) karşısındaki sahilin doldurularak 'miting' alanına dönüştürülen bölge oldu.

ANTİK LİMAN GÖMÜLDÜ, DENİZ DOLDURULDU

İlk olarak Marmaray kapsamında aktarım merkezine dönüştürülmek istenen metro istasyonu kazısıyla ortaya çıkan antik limandan elde edilen buluntular İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne götürüldü. Böylece antik limandaki bulguları yerinde görme imkanı kalmadı. Daha sonra ise liman bölgesi metro aktarma merkezine dönüştürüldü. Marmaray ve metro inşaatı ile Tarihi Yarımada'nın altının delik deşik edilmesi ise cabası. Son olarak da zamanla yok olan liman bölgesi karşısındaki deniz doldurularak elde edilen 'miting' alanı, adeta Tarihi Yarımada'ya sokulmuş bir hançer gibi ortaya çıktı.


Bizans dönemi İstanbul'unda Antik Theodosius Limanı açıkça görülüyor.


Yenikapı miting alanı yapılmadan önce Tarihi Yarımada'nın görünümü


Yenikapı miting alanının oluşturduğu yeni görüntü

İstanbul'un merkezindeki doku korunsun isterken giderek daha çok betona batmak ve griye bulaşmak üzücü. Antik limanın üzerine kurulan metro aktarma istasyonu buluntulara geri dönülemez bir zarar vermiş olsa da umulur ki bu dolgu alanlarını deniz depremlerle geri almadan önce yapılan bir başka yanlıştan geri dönülür.


Antik limanın betonlaştırılması sonrası kazı alanında geri kalan bölge molozlarla dolu


----------0----------


DİYARBAKIR ÖZERK OLACAKSA İSTANBUL NEDEN OLMASIN? (6 Ekim 2014)


İskoçya'da bir bağımsızlık referandumu yapıldı. Sonuç hayır çıktı. Yani oy kullanan İskoçlar'ın yaklaşık yüzde 55'i 'Birleşik Krallık'a bağlı kalmayı yani aslında İngiliz yönetimi altında hayatlarına devam etmeyi seçti. Tabi buradan bakınca İskoçlar'ın çoğunluğunun neden böyle bir karar aldığını tam olarak anlamamız pek kolay gözükmüyor. Ancak yapılan yorumlara bakılırsa İskoçlar'ın İngiltere'ye bağlı kalmak istemelerinin en önemli iki sebebi ekonomik işleyiş ve istikrar. Resmin bütününe bakınca bu iki unsur zaten tek bir noktada birleşiyor, o da para...

Bu tartışmalar ışığında Türkiye'ye gelecek olursak... Bilindiği üzere Kürt siyasi hareketini temsil eden siyasal oluşumlar bir süredir 'Demokratik Özerklik' adı altında bir görüşü savunmaya devam ediyorlar. Bölgelerdeki gelirlerin bölgelere harcanmasını prensibini de içeren bu görüş ise yeterince tartışılıyor mu bu da tartışılır. Öncelikle Demokratik özerklik talebi içinde törerist unsurların, bölünme planlarının ve emperyalist tetiklemelerin de bulunduğu bir gerçek.

DİYARBAKIR ÖZERK OLACAKSA İSTANBUL NEDEN OLMASIN?

Ancak son olarak bu konu üzerinden bir denklem kurmak gerekirse işin özü aslında şu: Aynı ülke toprakları üzerinde yaşayan farklı unsurları zorla bir bayrak altında tutmak doğru mu? Bir bölgede bir kaynak varsa ve siz o kaynak nedeniyle o bölgeyi elinizde tutmak istiyorsanız, bu durum oranın halkını yabancı gördüğünüzün bir kanıtı sayılamaz mı? Bir bölge bağımsız olduğunda oradaki petrolü size parayla satacağı için o petrole para vermemek adına o bölgeyi baskıyla elde tutmak emperyalizm sayılmaz mı? Diyarbakır petrolüyle öne çıkıyorsa İstanbul'da sanayisi ve ticaretiyle zaten ön planda. Diyarbakır petrolünü paylaşmayacak, parayla Türkiye'ye satacak diye düşünülüyorsa bu gerçek zaten aynı topraklarda çoktan ayrışmanın yaşandığını gösterir. Yoksa bir bölgenin halkı istedikten sonra arada sınır olsun olmasın, petrol hibe de edilir. Ama istenmedikten sonra aynı sınırlar içinde olunsa da bu kez petrol kuyuları kundaklanır. Bu sorular ve tespitler işin genel yönü. Türkiye'nin doğusunda ise özel sebepler söz konusu. Yukarıda da belirtildiği gibi konuya emperyal ve terörist unsurlar girdiğinden durum ayrı bir yazı konusu halini almaktadır. Ancak konuyu yüzeysel olarak ele aldığımızda bir gün Diyabakır bağımsız veya özerk olacaksa İstanbul neden olmasın?

KKTC 82, GAZZE 83...

Bu soruların ışığında son örnek olarak da Gazze'yi vermek mümkün. Ya da KKTC. Bu iki bölge de kısmen bağımsız ama BM tarafından tanınmayan ülkeler. Peki statüleri bile karmaşık olan bu iki bölge Türkiye'nin gayri resmi ve manevi illeri değil mi? KKTC 82, Gazze 83 plakalı örneğin... Bu iki bölge de resmi olarak Türkiye'ye bağlı olmadığı halde Türkiye bu bölgelere diğer illerinden ayrı bir muamele göstermiyor. O zaman demek ki bir bölgeyle ekonomik paylaşımlarda bulunmak, almak, vermek için illa ki aynı ülke sınırları içinde bulunmak gerekmiyor. Bu örneğe "Ama Gazze Türkiye'nin resmi toprağı olsa İsrail oraya saldıramazdı" diyecek olanlara da şu soruyu sormak isterim. Ümmet tek millet değil mi? Gazze saldırılarını sadece kınamakla yetinmek ise bizim ayıbımızdır.



                                                                     ----------0----------


YA İSTANBUL'UN PARALARI (8 Temmuz 2014)


Son yerel seçimlerde Diyarbakır Belediye Başkanı seçilen Gültan Kışanak ve ardından da HDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata’nın dile getirdikleri ‘bölgesel’ kazançlardan il ve ilçe belediyelerine de pay aktarılması isteği bir süre tartışma konusu oldu. Ancak bu talebi dile getiren her iki siyasinin de gözden kaçırdıkları bir gerçek vardı. O da ‘bölgesel’ kazanç olarak işaret ettikleri petrolün çıkarıldığı doğu illerinin kazandıkları paralara ek olarak Ankara’dan aldıkları ödeneklerle işlerini yürüttükleri gerçeğiydi.

Bilindiği gibi Türkiye’de çıkartılan petrol, iç talebi dahi karşılamaktan çok uzaktır. Bu sebeple petrol çıkartılan illerin de bu kazançtan pay almaları pek olası değildir, alsalar dahi bu da pek dişe dokunur bir kazanç olmayacaktır.

Tüm bunların dışında Kışanak ve Ata gibi düşünen siyasilerin fikirleri doğrultusunda hareket edilecek olunursa, kazancından pay alma isteği en yüksek olması gereken il İstanbul olmalıdır. Çünkü 2013 yılı bütçe gelirlerinin dağılımında ilk sırada 152 milyar 64 milyon 616 bin lira ile İstanbul yer almaktadır.* Bu açıdan bakıldığında İstanbul bir kenarda dururken farklı amaçlarla diğer illerin gündeme getilmesi pek gerçekçi durmamaktadır.


Zaten gün gelir de sözü edilen bu gelir dağılımı düşüncesi uygulamaya geçirilirse İstanbul da payını istemeli ve almalıdır.

----------

* http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1493341-2013te-en-yuksek-gelir-katkisi-istanbuldan

----------0----------

KAYBETTİRİLEN İSTANBUL (22 Haziran 2014)



Kimine göre dünyanın merkezi, kimine göre ise bir dünya başkenti… İmparatorluk ve cihan devleti başkenti İstanbul…

Son yıllarda yeniden bir parlama, yükseliş ve silkinme dönemi yaşasa da büyük fırsatları da kaçırmıyor değil hani. Artık sadece oryantalistlerin, bir kısım batılı turistin merakını yenmek için geldiği bir şehir olmaktan çıkan İstanbul, bir yılda milyonlarca turisti kendine çeken bunun yanı sıra konferans, spor, eğitim ve sağlık alanında da bir merkez olma konumunda. Ekonomik alanda da bir merkez olma rolüne soyunan şehirde Levent ve Maslak gibi bölgeler ekonominin yükselen değerleri arasında yer alıyor.

Ancak tüm bunlara rağmen İstanbul, dünya politikasına yön veren, gündem belirleyen, anlaşmazlıkların çözüm merkezi olacak bir konumda değil. Bir dünya şehri olma iddiasında olan bir şehir için bu ciddi bir eksiklik. Özellikle Türkiye’nin bulunduğu coğrafya göz önünde alındığında İstanbul’un söz konusu bu özellikleri edinmek için birçok fırsatı bulunuyor. Ancak şehir bu fırsatların ne kadarını kullanabiliyor?

İran’ın nükleer enerji sorunsalı, Irak, Suriye ve Ukrayna’da yaşanan iç savaşlar, Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik kriz, Kürt ve Ermeni sorunları vs. Bu örneklere belki yenilerini de eklemek mümkün ancak İstanbul bu sorunların kaçında bir çözüm merkezi, kaçında çözüm önerisi üreten, düşünen bir şehir?

‘Bir dünya şehri’ konumunda olan kentlere bakıldığında küresel ve lokal sorunlar söz konusu olduğunda nasıl aktif çalışmalar yürüttükleri örneklerle sabit. New York’un Washington’un, Paris’in kültürel yapısı ve düşünce kuruluşlarıyla siyasi ve sosyal problemlere çözümler üretmek için gösterdikleri çabalar ve ürettikleri hemen hemen her gün dünya basınında yer buluyor. Eğer İstanbul da kendisine bu kulvarda yer bulmak istiyorsa sadece turistlerin hoşuna giden oryantalist bir ‘müşteri’ ağırlama çabasından sıyrılarak biraz da bu meselelere kafa yorması lazım.


Son olarak Irak’ta yaşanan iç savaş konusunda da pasif kalan Türkiye, İstanbul’un birleştirici gücünü kullanarak ve bölgedeki geçmişe dayanan kodlarını devreye sokarak soruna el atabilir ve NATO’yu göreve çağırmayı düşündüğü gibi kendi içinde de bir çözüm ve tartışma sahası oluşturabilirdi. Ancak bu tabi ki İstanbul’un kendi başına başarabileceği bir durum değil. Sonuçta devleti yöneten düşüncenin başlatması gereken bir tavır. Ama sadece Türkçe konuşan ülkeleri değil diğer birçok devleti de şemsiyesi altında buluşturan Türkçe Olimpiyatları’na bile kapısını kapatıp bu organizasyonun Almanya’da yapılmasına neden olan bir zihniyetin İstanbul’un kültürel altyapısını güçlendirmek için nasıl adımlar atacağını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Almanya’nın Frankfurt Havaalanı’nı geri de bırakacak üçüncü havaalanı için sevinen kişiler, bu havaalanı bittiğinde kültürel faaliyetler için başka ülkelerin şehirlerine gidenleri de oradan uğurlarlar artık!

----------0----------

BİR AFİŞ YIĞILDI YERE SEN YÜRÜRKEN (2 Kasım 2013)



Bir afişti o sere serpe İstanbul duvarlarında; gündüz güneşin, gece solgun sokak lambasının altında tutunan duvara. Kimi zaman da ya yağmur ya da düşmemek için tutunduğu duvardan destek alan ellerin darbesini yiyordu. 

Sonra rengini kaybetmeye başladı yavaş yavaş ve yüz tuttu bölünmeye. Yağmurdan ıslandı, güneşten sarardı. Gelip geçen çocukların tırnağını bir hançer gibi bağrına saplamasıyla bölündü, dağıldı. 

Önce ‘S’sini kaybetti. Hani şu büyükçe yazının en başındaki. Sonra da taşıdığı cümlenin içindeki tek ‘V’yi yitirdi. Dökülüyordu sanki harfleri, olmayan dudaklarından. Sonra üzerindeki fotoğrafların da yüzleri düşmeye başladı. 

Bir afişti o sere serpe İstanbul duvarlarında… Binlercesinden biriydi duvarda asılı. Önünden gelip geçen, ona bakan belki milyonlardı ama ya gören? Bakan belki 2 milyondu ama gören belki de sadece 1 milyon.

…ve bir sabah beklenen son geldiğinde duvarda birbirinden bağımsız parçalar halinde kalmıştı artık. Elinde çöp bidonlarıyla karşısında duran işçi şöyle bir geri çekilip son kez bakmadı, gördü afişi ve okumaya çalıştı üzerinde yazanı.  

…EN, …İYOR. Yok! …EN, …E, …İYOR. Yok yok! …EN, …YOR. 

En sonun vazgeçti işçi ve son darbeyi indirdi afişe. Afiş, aylardır tutunduğu duvardan yere yığılırken, caddeden iki genç sevgili el ele tutuşmuş, yürüyordu. Erkek, kızın kulağına eğildi ve şu cümleyi fısıldadı: SENİ SEVİYORUM. 

Afiş, yığıldığı yerden son adresine doğru yol alırken duyulan son ses oldu bu iki kelimenin oluşturduğu cümle ve afişi orada son dillendiren de yine bu iki kişi oldu.
-----------------------------------


GEZİ PARKI EYLEMLERİ-5: YENİ BİR MUHALEFET BEKLENTİSİ (24 Haziran 2013)


Son olarak, Gezi Parkı adıyla özdeşleşen protestolarda bir inatlaşmanın, kapitalist rekabete karşı bir eleştirinin, kurtarılmış bölgelerin yokluğundan doğan patlamanın ve doğrudan demokrasiye yapılan atıfların ardından yeni bir muhalefetin doğduğu ya da doğacağı fikri ortaya çıktı.
Türkiye’de 10 yıldan uzun süredir devam eden tek parti iktidarına karşı Meclis’te veya Meclis dışında yeteri kadar ve olması gereken şekliyle bir muhalefet yürütülemediğinden dolayı bu eylemler de adeta bir ‘muhalif can simidi’ olarak algılandı. Cumhuriyet Halk Parti’nin (CHP) anamuhalefet partisi olmasına rağmen bu misyonu yerine getiremediği açık. CHP’nin yerini dolduracak bir parti de bulunmadığından; örgütlü, siyasi parti muhalefetinin yerini örgütsüz sokak muhalefetinin dolduracağı düşünüldü.

----------o----------
Gezi eylemlerini gerçekleştiren ve protestoların lokomotifini oluşturan apolitik gençlerin önceki hayatlarını bırakıp da siyasetin içinde yer alacakları ve yeni bir muhalefet bloğu oluşturacaklarını beklemek yanlış olur.
----------o----------

Ancak günlerdir yapılan incelemelere ve anketlere bakılacak olursa Gezi eylemlerini gerçekleştirenlerin büyük çoğunluğu ‘genç apolitikler’den oluşuyor. Artık son damlanın kendi bardaklarını taşırdığı anda sokaklara inmeyi seçtikleri düşünülüyor. Zaten bu yüzden de gözlerini budaktan sakınmayarak Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’ndan sınırlı günler boyunca da olsa polisin çekilmesine neden oldular.
BUNU BEKLEMEK YANLIŞ OLUR

Ancak bu apolitik gençlerin bir patlama sonrasında sokaklara inmeleri, artık onların birer siyasi figür olarak hayatlarımızda bulunacağı anlamına gelmiyor. Birçoğu daha şimdiden seslerini duyurduklarına inandıklarından dolayı evlerinin yolunu tuttu bile. Geriye kalanlar da ya eski eylemciler ya da daha tatmin olmamış bulunan gençler. Ancak Gezi eylemlerini gerçekleştiren ve protestoların lokomotifini oluşturan apolitik gençlerin önceki hayatlarını bırakıp da siyasetin içinde yer alacakları ve yeni bir muhalefet bloğu oluşturacaklarını beklemek yanlış olur. Çünkü onlar zaten yaşam tarzlarına müdahale edildiğini düşündükleri için bu eylem yolunu seçtiler. Şimdi onların kendi elleriyle yaşam tarzlarını değiştirerek yollarını siyasetin sokaklarına çevirmelerini beklemek ne kadar doğru?
-----------------------------------

GEZİ PARKI EYLEMLERİ-4: DOĞRUDAN DEMOKRASİ (21 Haziran 2013)


Gezi Parkı eylemlerinde ön plana çıkan unsurlardan birisi de ‘doğrudan demokrasi’ kavramı oldu. Demokrasinin yeni  yeni kurumsallaşmaya başladığı dönemlerden önce de uygulanan ne o dönemler nüfusun az olması nedeniyle uygulanabilirliği bulunan doğrudan demokrasilerde kişiler kendilerini ilgilendiren konulardaki karar alma süreçlerine bizzat katılarak görüş bildirip oy kullanabiliyorlardı.

Ancak artan nüfus ve gelişen şehirler artık böyle bir uygulamayı bir hayli zorlaştırıyor. Bu nedenle de günümüzde Türkiye’de de uygulanan temsili demokrasilerde kişiler belli aralıklarla sandık başına giderek kendini yönetecek, kendi adına söz söyleyecek, söz verecek, imza atacak kişileri seçiyor.

Ancak kimi zaman bu uygulamada sorunlar da yaşanmıyor değil. Bunun son örneğini de Gezi  Parkı’nda gördük. Sandıktan yüzde 50 oyla gelerek iktidar olan AK Parti hükümetinin yapmak istediği düzenlemelere ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de İstanbul İl Genel Meclis’inde onay verdi. Ancak daha sonra bu kararının tersi istikamette siyaset yürütmeye başladı  ve yapılan bir ankette de Gezi Parkı’nda bulunan insanlardan son seçimde oy kullananların yüzde 70’inden fazlasının oyunu CHP’ye verdiği ortaya çıktı.

Düz mantıkla baktığımızda buradaki insanların CHP’ye oy verdiğini ancak CHP’nin bu insanların yapılmasını istemediği bir projeye evet dediğini görüyoruz. Yani doğal olarak belli bir oy alarak belli yönetici pozisyonlarına gelen kişiler kendine oy atan kişilerin farklı farklı istek ve taleplerini bire bir yerine getirmiyor. Ama bu istekler bazen genel bir kabul gören türden olunca da bu kez seçmen ile seçilen vekil arasında bir kan uyuşmazlığı olabiliyor.


GEZİ PARKI BİR AÇIK HAVA PARLAMENTOSUNA DÖNÜŞTÜ

Gezi Parkı’nda da bu tarz bir eylemle ‘seçmen’ kendi iradesini farklı bir şekilde meydana yansıttı ve daha sonrasında da bunu devam ettirdi. New York Times’ın ünlü yazarı Thomas Friedman da Gezi olaylarını anlattığı köşe yazısında: “Gezi gençlerinin ‘gerçek bir muhalefet’ haline gelme amacıyla Twitter’ı haberleşme ağı, Gezi Parkı ve Taksim’i ise ‘kendi parlamentoları’ olarak kullandığını…” yazarken, Gezi eylemcileri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile yapılan görüşmeler sonrasında alınacak olan kararı kendi içlerinde, Gezi Parkı’nın 7 ayrı bölgesinde forumlar oluşturarak, tartıştı ve kendilerince bir karar bağlamaya çalıştı. Bundan önce de yine devlet yetkilileri ile yapılan görüşmeler sonrasında ‘Gezi Parkı’ndakiler’ adına orada bulunan isimler basın mensupları tarafından kendilerine sorulan soruları ‘yanıtlama yetkileri bulunmadığı’ için cevapsız bıraktılar. Çünkü onlar sadece görüşme yapmak için oradaydılar ve tek başlarına sorulara cevap vermeleri doğru olmazdı, Gezi Parkı’nda söz söyleyecek binlerce insan varken.

DOĞRUDAN DEMOKRASİ ADIMLARI

İşte bu örnekler de Gezi Parkı eylemlerinde sınırlı bir alanda ve sayılı günler boyunca da olsa bir ‘doğrudan demokrasi’ deneyiminin yaşandığını gösteriyor. Son olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın yaptığı açıklamada, artık İstanbul’da bir otobüs durağının bile yerinin değiştirilmesi sırasında İstanbullular’ın görüşünün alınacağını açıkladı. Ayrıca yine İstanbul’un çeşitli semtlerindeki farklı parklarda bir araya gelen insanlar siyaset üzerine konuştukları forumlar oluşturarak tartışmalara katıldı.

İlerleyen günlerde diğer şehirlerde de benzer kararlar alınır mı bilinmez ama Gezi Parkı olayları, Türkiye’de ‘yerinden yönetim’ ve ‘yerel yönetimlerin’ biraz daha güçlenmesine neden olabilir. Doğrudan demokrasi kavramı ise yine eski Yunan site devletlerinde uygulanan bir ütopya gibi algılanmaya devam edeceğe benziyor.
----------------------
GEZİ PARKI EYLEMLERİ-3: KURTARILMIŞ BÖLGELER (19 Haziran 2013)


Gezi Parkı’nı günlerce bir nevi ‘ellerinde tutan’ eylemciler burada kendi düşünceleri ve yaşam tarzları doğrultusunda bir düzen oluşturdu. Adeta alan olarak küçük ama nüfus olarak kalabalık bir kasaba halini alan Gezi Parkı, orada bulunanların kendilerini de ifade ettikleri bir yer haline geldi.

Asılan bayraklar, açılan pankartlar, afişler parkta bulunanların kendilerini belki evlerinde bile ifade edemedikleri bir rahatlıkla ortaya koymalarına yol açtı. Sloganlarını attılar, sözlerini söylediler, bayraklarını dalgalandırdılar. Normal koşullarda elinde taşısa belki polis tarafından durdurulacak ya da tepki dolu bakışları üzerine çekecek olan simgelerini Gezi Parkı’nda özgürce ortaya dökebildiler.

Üstelik de bu ortaya konulan, açığa vurulan sözler, eylemler, bayraklar , renkler, polisin Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’ndan çekilmesiyle bir yönüyle legalleşmiş ve müdahale edilecek bir durum olarak görülmeyen unsurlar haline gelmiş izlenimi oluşturdu. İnsanların da akın akın her gün adeta bir ‘sosyalist öğrenci şenliğini’ andıran bu alana gelip ziyaret etmeleri de orada bulunanlara, sözlerini yayma, daha çok insana ulaşma ve klasik tabiriyle propagandasını yapma imkanını da buldular.


KURTARILMIŞ BÖLGELERDEN KAYBEDİLEN ŞEHİRLERE…

Günlerce süren tüm bu hareketlilik, adeta bir birikmişlik havasıyla kendisine bulduğu boşluk olan Gezi Parkı’nda yer yüzüne çıkan bir volkan gibi patladı ve çevresine yayıldı. Ancak bu sıkışmışlık ve kendini ifade edecek alan bulamamanın nedenlerinden birisi ise İstanbul özelinde ve Türkiye genelinde daha çok Gezi Parkı’nda kendini ifade etmeye çalışan örgüt ve grupların kurtarılmış bölge olarak adlandırdıkları alanların yok edilmiş olmasıdır.

İstanbul içinde Küçük Armutlu gibi bölgelerde yansımasını bulan ve  ‘kurtarılmış bölge’ şeklinde adlandırılan bu alanlarda; Gezi Parkı’nda kendini ifade alanı bulan parti, örgüt ve oluşumlar kendi yaşam alanlarını oluşturuyorlardı. Gezi Parkı’ndaki gibi minimum ölçekte ‘iç’ işlerinde kendi düzenlemelerini yapan ve normal koşullarda sergileyemediği ideolojik duruşunu ve simgelerini bu alanlarda istediğini gibi bayraklaştırabiliyorlardı.
Ancak bu alanların yok edilmesiyle bu dışa vurma ve kendini ifade etme isteği bastırılmış bir his olarak o kişilerin içinde sıkışıp kaldı. Ta ki Gezi Parkı’nda yer yüzüne çıkacak bir açık bulana kadar. Bundan sonra da bu bastırılmış hisler, fırsatını buldukça kendine yeri geldiğinde barikatlarla yeri geldiğinde parklarla, banklarla ayrı bir yaşam alanı oluşturup sınırlı bir zaman diliminde bile olsa sesini, sözünü oradan duyurmaya ve haykırmaya çalışacaktır.


KAFA KARIŞTIRAN AYNILAŞMA

Bu kişiler yaşadıkları alanlarda kendilerini daha çok ifade eder ve kendince düzene meydan okudukları alanlar bulabilirlerse en azından bu his patlamalarının bir nebze de olsa önüne geçilebilir ya da yaşanan patlamalar bu kadar uzun süreli ve geniş kapsamlı olmaz.

Bulundukları bölgelerde sokağına asacağı bir afiş, elektrik direğine tutturulmuş bir bayrak, atılan bir slogan dahi o kişilere ideolojik hassasiyeti olmayanların anlamayacağı bir duygu yaşatabilir. Herkesin tek tipleştirilmeye çalışıldığı günümüz şehir hayatında farklı kültür ve ideolojilerin kendi semt ve mahallelerinde farklı bir düzen oluşturmaları, sokakların bile artık birbirine benzemesinden dolayı karıştırılır hale geldiği ‘modern’ şehir yapılanmasından bir şey çalıp eksiltmeyeceği tam tersine daha çok renk ve huzur getirebileceği de düşünülmeli. 
----------------------

GEZİ PARKI EYLEMLERİ-2: KAPİTALİST REKABET (17 Haziran 2013)


Gezi Parkı konusunda yapılan protestoların ana sebeplerinden biri olarak gösterilen konulardan birisi de Gezi Parkı yerine yapılması planlanan Topçu Kışlası’nın alışveriş merkezine (AVM) dönüştürüleceği iddiasıydı. Bu iddia daha sonra yalanlansa da meydanlara taşan tepki hep biraz da bu AVM fikrine dönük oldu.

Bunun dışında bazı çevrelerce yöneltilen eleştirilerde ise söz konusu eylemlerin asıl amacının Türkiye’nin ilerlemesini ve büyük projeler geliştirmesini engellemek olduğu ileri sürüldü. Daha sonra Taksim Dayanışması’nın hükümetten talepleri içinde yer alan ve çevreye vereceği zararlar açısından üçüncü köprü ve üçüncü havalimanının yapımının durdurulması isteği de bu iddiaya dayanak olarak gösterildi.
PROTESTOCUYU DA KENDİ GİBİ SANMAK
Ancak protestocuları dış güçlerin etkisi altında olmakla ve Gezi Parkı protestocusu olarak ortaya çıkıp sonra da işi köprü ve havalimanına getirmekle suçlayanlar bir şeyi unutuyor olabilirler mi? Protestoculara da kendi gözlüklerinden bakıyor olduklarını mesela…
Bu eleştirileri yöneltenler, THY’nin, İstanbul’a üçüncü havalimanının yapılmasıyla şuan kapitalist rekabette burun buruna yarıştığı  Alman hava yolu şirketi Lufthansa’yı geçeceğini, çünkü yeni havalimanı ile birlikte Avrupa’dan yapılan aktarmalı uçuşların artık Almanya üzerinden Türkiye’ye kaymaya başlayacağını belirtiyor.

Üçüncü köprü ile daha çok araç ve taşımacılık, aynı şekilde kanal İstanbul ile de aynı düşünce. Ve daha çok döviz, sermaye, yapılaşma, ticaret, rekabet, döviz vs.vs…

Güzel ama bunu isteyen bu eleştirileri yöneltenler. Eleştirenler bunları istemiyor olamaz mı? Nükleer santral yerine doğal enerji kaynakları, üçüncü köprü yerine daha fazla ağaç, yeni havalimanı yerine daha çok kuş, kanal İstanbul yerine daha temiz bir deniz istiyor olamazlar mı?
O zaman diyecek olabilirsiniz ki “Ama o zaman milli gelirimiz düşer, dünya devleriyle rekabet edemeyiz.” E varsın rekabet olmasın. Daha fazla ticaret yapacağız, daha çok mal satacağız diye insanlığımızdan, doğamızdan, boş zamanlarımızdan, kendimizi dinlemekten, kafamızı dinlemekten ve birbirimizi dinlemekten vazgeçeceğimize, bırakalım kapitalist yarışta bizi geçsinler.


DAHA YAVAŞ BİR DÜNYA

Siz, ‘yapmayın, eskisi gibi kalsın’ diyenleri eleştirenler. Farklı bir dünya da mümkün bir de bunu düşünün. Daha sakin daha yavaş bir dünya… Evet belki de biraz da salaş ama varsın olsun. Milli gelirimiz 5 değil de 3’te kalsın. Varsın Lufthansa, THY’den daha fazla uçsun. Evlerimiz rezidans değil de gecekondudan bozma olsun. Belki sizler doğru olarak devleti yönetme pozisyonunda bunları düşünüyor ve gerçekleştirmek için çalışıyor olabilirsiniz. Ama bunların gerekli olmadığını düşünen ve bunu kanıtlamak için sırada bekleyen milyonlarca insan olabilir unutmayın. Evet milyonlarca. Onlar ‘ne gerek var’ dediğinde şaşırmayın. Uzanıp çimlere bir ağaç gölgesinde düşünün. Belki siz de görebilirsiniz o dünyayı.
---------------------------

GEZİ PARKI EYLEMLERİ-1: İNATLAŞMA (15 Haziran 2013)


Görünürde İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’nda yapılmak istenilen Topçu Kışlası nedeniyle ağaçların kesilmesi ya da yerinin değiştirilmesi yani kısacası parkın betonlaşacağı korkusu, geri planda ise Türkiye’deki iktidar partisi AK Parti’ye yönelik eleştirel, muhalif tepkiler…
Gezi Parkı konusu içinde bulundurabileceği farklı yönleri ile de ele alınabilir. Mesela inat açısından, örneğin Türkiye’nin içine sokulmak istendiği kapitalist rekabet açısın veya yeni bir muhalefet arayışı bakımından ya da doğrudan demokrasiye duyulan ihtiyaç hakkında...
----------o----------
Her gün işe-okula gitmek için bindiği otobüsü yakarak, her gün yüzlerce kişiyle otobüse binmek için sıra beklediği durağın camlarını indirerek, normal zamanda adım atmak için trafik lambalarının yeşile dönmesini beklemek zorunda olduğu yolları barikatlarla araç trafiğine kapatarak, zamanı ve algıları değiştirmek...
----------o----------
İnatlaşmayı ele alacak olursak ve inat kelimesinin yüklendiği anlama da bakarsak, doğru olarak kabul edilen bir konu hakkında bilerek kabul etmeme, kabul edecek olsa dahi o an kabul etmeme isteği karşımıza çıkar. Taksim’de de Gezi Parkı’na yapılmak istenilen kışla ya da söz konusu meydan düzenlemesi yapılacak olsun olmasın, bir nedenle ya da bahaneyle o alana çıkmış olan topluluk, inadına da eylem yapıyor, yakıp yıkıyor olabilir. Yönetici tarafın kullandığı ifadelerde seçtiği kelimeler de bu inatlaşmayı körükleyebilir. Kullanılan ifadelere karşı takınılan tavır da bu inat ateşini körükleyebilir.
Dışarıdan bakıldığında sadece bazı talepler için meydana çıkmış olarak görünen kalabalıkların bireye inildiğinde aslında belli bir talebi de olmayabilir. İçinde bulunan ya da o dönemde yaşadığı tepkisel durumu bir nedene bağlayarak bu hareketli yapıyor da olabilir.
ZAMANI KIRMAK İSTEMEK
Böylesi bir durumun söz konusu olması halinde talep edilen unsurların tamamı yöneticiler tarafından kabul edilse dahi eylemci kişi bundan tatmin olmayabilir. Sadece yönetime muhalif olmak, çarpık dünya düzeninin dışına çıkmak, sistemin kendisinden istediklerini yapmayı reddetmek, daha geniş bir ifadeyle zamanı kırmak istemiş de olabilir.
Her gün işe-okula gitmek için bindiği otobüsü yakarak, her gün yüzlerce kişiyle otobüse binmek için sıra beklediği durağın camlarını indirerek, normal zamanda adım atmak için trafik lambalarının yeşile dönmesini beklemek zorunda olduğu yolları barikatlarla araç trafiğine kapatarak, zamanı ve algıları değiştirmek isteğini bir bütün olarak ele alabiliriz. Bu isteklerle çevredeki kalabalığın da tepkisi örtüşünce kurulan bir barikat ardından karşında duranlara bakmak insana farklı bir his verebilir. Bu karşındaki polis olabilir, asker olabilir ya da bir başka kalabalık olabilir. Ama senin barikatlarla o an onlardan ayırdığın artık ayrı bir dünyan vardır kendine göre.
PEKİ NEDEN?
O an biri gelip sorsa ‘neden’ diye. Belki kocaman bir ‘hiç’ çıkacak o kişinin ağzından. Hem de uzayıp giden türden bir ‘hiiiiiç…’ Karşıdaki işte o zaman belli isimler biçecek elbise misali giydirmek için. Terörist, anarşist, çapulcu, komünist, antikapitalis vs.vs. O kişi bunlardan biri de olabilir hepsi de olabilir, hiç biri de olabilir.
ÇOCUK VE İNAT
Bir çocuğun inadı insanın içinde kaybolmamış olabilir. Hani hep derler ya ‘içinizdeki çocuğu kaybetmeyin’ diye. İşte çocukların da böyle çocukça inatları yok mudur? Saçma sapan, bir amacı olmayan, adı üstünde inadım inat, inat… İşte çocukluğunu kaybetmemiş biri de içinde hani çayda erimeyen bir şeker tanesi gibi derinlerinde bir yerde kalan inat tortusunu arada sırada bulabilir; elinde, ağzında, ayağında, kafasında… Bir de bahanesi varsa tamam işte. O bahane onun için önemli de olabilir o an, ama sonra önemini kaybedebilir de… O an çok istediği şey sonra kabul görse de artık onun için bir anlam ifade etmeyebilir. Çünkü istediği an olmamıştır ya o istek. Artık belki de sadece inat etmek için o isteği öne sürüyordur. Ne dersiniz?
------------------------------

İSTANBUL'U YİYEREK İZLEMEK... (1 Aralık 2012)


İstanbul, yoğun nüfusu ve karmaşasıyla ilk bakışta klasik dünya metropollerinden biri olarak gözüküyor. Ama satır araları okunduğunda bu şehrin aslında diğer birçok şehirden iyi ve kötü yönleriyle ayrıldığını görmek mümkün oluyor. İstanbul, genelde birbirine benzeyen Avrupa şehirlerinden bir doğulu olarak ayrılıklar gösteriyor. Ancak İstanbul aslında birçok yönüyle bir doğulu şehir olmadığını da görmek isteyenlere göstermekten çekinmiyor.

İşte bu karmaşık yapı belki de aslında İstanbul'u istanbul yapıyor. Ne tam olarak bir Avrupa kenti ne de tam olarak egzotik bir batı limanı. Sürekli bir karmaşa ve değişim içinde bir yaşam alanı İstanbul.


Bu atölye bina; karmaşa şehri İstanbul'da durarak nefes alan, kafasını beton bloklardan çevirip şehrin güzel kalmış son mekanlarına bakabilen bir simge gibi...


Tüm bu karmaşa arasından sıyrılma imkanı olan bazı bir kaç semtten birisi de Kuzguncuk... İşte bu semtte yer alan Simotas Binası da adeta bir izolasyon kulesi gibi yükseliyor boğazın yakınında. Hikayesi 1923 yılına kadar dayanan bu bina günümüzde ise bir lezzet ve üretim merkezi olarak kullanılmakta. Avukat, mimar, heykeltıraş ve terzi gibi birbirinden farklı dallarda üretim yapan insanları bir araya getiren bina, Refika Birgül'ün önayak olmasıyla bir atölye apartman hüviyetine bürünmüş bulunuyor.

Birgül'ün de oluşturduğu mutfakta farklı lezzet denemeleri yaptığı bina kendine özgü yapısıyla yoğun şehir hayatı ve tüketim kültürüne sakinliği ve üretkenliğiyle adeta bir set çekiyor. Düzenlenen etkinliklerin yanı sıra Birgül'ün belli yayın dönemlerinde haftada bir kez yarım saat olarak ekrana gelen yemek programıyla da meraklılarına ulaşan bu atölye bina; karmaşa şehri İstanbul'da durarak nefes alan, kafasını caddelerden, beton bloklardan çevirip şehrin güzel kalmış son mekanlarına bakabilen bir simge halinde varlığını sürdürüyor.

REFİKA'NIN MUTFAĞI

SİMOTAS BİNASI

FARKLI LEZZETLER
------------------------------------

İSTANBUL NEYDİ, HÂLÂ NE? (18 Ekim 2012)



Judith Herrin, 'Bizans- Bir Ortaçağ İmparatorluğunun Şaşırtıcı Yaşamı' adlı eserinde Bizasn tarihine farklı bir yönden bakmaya çalışıyor. Bunu yaparken de Bizasn'ın büyük imparatorları ve generalleri ya da saray seramonilerini anlatmak yerine keşişlerinden imparatoriçelerine, ipek dokuyucularından öğretmenlerine Bizans toplumunun marifetli ve eğitimli varlığını anlatmıştır. 'Bu anlatımı yaparak abartıya mı kaçmış oldum?' diye okuyucuya bir soru yönelten yazar cevabında iki madde halinde yine kendi şu satırlarla vermektedir:

Birincisi, Bizans'ın olağanüstü kalıcı gelenek ve mirasının maharetli birleşimi ve bunun nasıl çeşitli ve kendine güvenli bir uygarlık oluşturduğunu ve bunun gerilediği dönemlerde bile gelişip varolmak için sonuna kadar nasıl savaştığının farkında olmamız gerekir.


Bizans'ın ruhu yalnızca 1453'teki fethini değil ayrıca o zamanla günüzmüz arasındaki yüzyıları da aşmıştır ve onun mirası merkezi Avrupa, Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu dünyasının ötesinde de yaşamaya devam etmektedir.





Bizans'ın 1204'ten sonra, Batı onun başkenti zaptedip elli yedi yıl işgal ettikten sonra, onun yerine ortaya çıkan mini-imparatorluklar gerçek emperyal devletler olmadığı halde, devam etmesi şaşırtıcıdır. Bizans'ın krucu DNA'sı içinde, o klasik, pagan, Hıristiyan, Doğulu ve Batılı aynı kaynak bileşimi ile ilgili birşeyler vardı ve bu yüzyılar boyunca güvenilir ve istikrarlı bir hayat gücü sağladı.

İkincisi, göstermiş olmayı umduğum gibi, Bizans'ın ruhu yalnızca 1453'teki fethini değil ayrıca o zamanla günüzmüz arasındaki yüzyıları da aşmıştır ve onun mirası merkezi Avrupa, Balkanlar, Türkiye ve Ortadoğu dünyasının ötesinde de yaşamaya devam etmektedir.

Bizanslı olmanın nasıl bir şey olduğunun kimi yönlerini göstermeye çalıştım. Bunu yaparken amacım, kendi bilgilerimizi ve başkalarının deneyimlerini bir parça da olsa genişletmek ve kimoldukları konusunda bilinçli bir tarihsel inanca sahip olduğu kadar öteki dünyaya ilişkin sofuca bir inanç taşıyan kozmopolit, şehir temelli bir toplumun bizimkinden ne kadar olabileceğini ama aynı zamanda fark edilir bir şekilde bize benzediğini gösterebilmekti.

Eserinde İstanbul merkezli Bizasn'ın dönem coğrafyası üzerindeki etkilerinden uzunca söz eden yazar, kitabının bu son satırlarında da şehirli eski İstanbul halkına vurgu yaparak, bu merkezden üretilen bilgi ve oluşturulan birikimin dönem dönem el değiştirmesine rağmen yeni kimliklere bürünerek dünyaya yayılmaya devam ettiğini işaret etmektedir.

Günümüzde de İstanbul her ne kadar metropol olmanın sıkıntılarını yaşasa da üretkenliğini korumakta ve yapılacak birkaç düzenlemeyle yine dünyaya bilgi ve birikim aktaran bir merkez olabilecek, dünyanın izlendiği bir konuma gelebilecek kapasitededir. Bu dünyadaki her hangi bir şehir için de geçerli bir tez olabilir ancak, İstanbul'un asırlardır sahip olduğu birikimi bu şehri diğer birçok kentten daha üst basamaklara taşımaktadır.

--------------------------------------

İSTANBUL'UN RUMCA YANKISI (4 Haziran 2012)



İstanbul, asırlardır medeniyetlere beşiklik etmiş, köklü bir kültürün birikimini ceplerinde taşıyan ihtiyar delikanlı misali yoluna devam ediyor. Ceplerinden renkli şeker kağıtları dökülen çocukmuşcasına tarihin tozlu yollarında koştururken İstanbul, kültürel renkleri de bir o yana bir bu yana savrulmaya devam ediyor ve zaman da alıp başını gidiyor her zaman ki gibi...

Kimler geliyor kimler geçiyor bu sinesi geniş şehirden... Kadını erkeği, yaşlısı genci, Rum'u Ermeni'si... Mübadele de İstanbul'da bir dönemi kapatan olgulardan biri olarak geçiyor tarih kayıtlarına. Yıllarca İstanbul'da yaşamış ailelerin; yıllarca, şimdi Yunanistan sınırları içinde kalan şehirlerde yaşamış kaderdaşları gibi, doğup büyüdükleri mahallelerini kaybedip, kazandıkları topraklardaki yeni mahallelerine taşınmak zorunda kaldılar...

İşte bu zorunlu göçten yıllar sonra gidenlere göre geride kalan, ama aslında eskiden beri burada olan İstanbullu Rumlar, şehirlerinin yankısını kendi dillerinde dünyaya duyurmaya başladı. Türkiye'nin 24 saat yayın yapan ilk Rumca radyosu 'Radio İhotispolis' yani 'Şehrin Yankısı' 2012 yılının Nisan ayında yayın hayatına başladı. İlk olarak Türkiye ve genellikle de İstanbul'da oturan ve sayıları 3 bin civarında olan Rumlara yayın yapma amacıyla yola çıkan bu mütevazi radyo istasyonu, şimdi birçok çevre ülkede yaşayan Rumların yanı sıra Yunanistan'daki soydaşlarını da kendisine kilitlemiş durumda...

Konuyla ilgili olarak Vatan Gazetesi'nde Mert İnan imzalı bir de haber yer aldı. İşte İstanbul'daki Rumca yankının detayları:

Türkiye’de 3 bine yakın Rum vatandaş yaşıyor. Rumlar’ın neredeyse tamamı İstanbul’da ikamet ediyor. Çok az bir kısmı ise Gökçeada, Bozcaada ve İzmir’de. Sayıları çok azalmış olsa da Türkiye’de yaşayan Rum kökenli vatandaşlar için yayına başlayan 'Radyo İhotispolis’ kısa sürede yurtdışında da dinleyici kitlesine ulaştı. Kanada, Amerika, Avustralya, İsveç, Japonya gibi uzak ülkelerdeki Rumlar bile İstanbul Beyoğlu’ndaki radyoyu arayıp istek parçaları sıralamaya başladı. Yunanistan‘ın köklü radyolarıyla rekabete girişen İstanbul merkezli Rum radyosunda 3’ü gönüllü olmak üzere 4 kişi çalışıyor.
Radyo İhotispolis kurucusu ise İstanbul’da günlük yayın yapan Rumca İho Gazetesi’nin de sahibi olan Rum Vakıfları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Andrea Rombopulos. Dört kuşak İstanbul’lu olan Rombopulos gecesini gündüzüne katarak Rumca yayın yapan radyoyu yaşatmaya çalışıyor. Beyoğlu Spor Kulübü’nün olduğu tarihi binada, bir göz odada 2 bilgisayar ve bir mikrofonla 24 saat kesintisiz yayın yapan Radyo İhotispolis’in 54 ülkeden 5 bini aşkın dinleyicisi bulunuyor. Bu sayının her geçen gün katlanarak büyüdüğü belirtiliyor.
Radyonun mimarı Rombopulos, “18 Nisan’da yayın hayatına başladık. FM bandına başvurmadık. Parasal gücümüz frekans almaya yetecek güçte değil. www.radio.ihotispolis.com adresine tıklayanlar bizi kesintisiz olarak dinleyebilir” diyor. Rum kökenli radyocu “Haftanın 5 günü canlı yayın yapıyoruz. Akşam saat 17.00’den gece 24’e kadar her iki saatte bir haber bülteni sunuyorum. Greek müzikleri çalıyoruz. Dünyanın dört bir yanından insanlar arayıp şarkı istiyor. Türkiye’deki cemaatimizle ilgili haberler yayınlıyoruz” diye konuşuyor.

-------------------------------------



BİTMEYEN İSTANBUL, CADDELERDE SÜRÜNÜYOR! (30 Mayıs 2012)







İstanbul da diğer birçok metropol gibi farklı sorunlarla mücadele ediyor. Nüfus kalabalığı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çevre kirliliği, konut sıkıntısı, trafik keşmekeşi vs... Ancak birçok konu da nevi şahsına münhasır bir kent olmasıyla bilinen İstanbul, bu 'özelliğini' inşaat konusunda da göstermekten geri kalmıyor.

Son yapılan Marmaray kazısıyla geçmişi bilinenden de eskiye tarihlenen İstanbul, binlerce yıllık bir maziye sahip olmasına rağmen ne yazık ki henüz yerleşememiş bir kent görünümünde. Sürekli inşaatların sürdüğü kent, tarihi misayonu nedeniyle bir açık hava müzesi olması gerekirken adeta bir açık hava şantiyesi konumunda...

Türkiye'nin gelişmekte olan ekonomisinin de etkisiyle ülkenin en büyük şehri olan İstanbul'da da yeni binaların, ticaret merkezlerinin yapılması elbette doğal karşılanabilir. Ancak İstanbul'un, benzeri şehirlerle bu konuda karşılaştırılması yapıldığında yine şaşırtan sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz.

İstanbul gibi tarihi şehirlerde genelde bir çekirdek kent bulunur. Şehrin ilk kurulduğu yeri kapsayan ve genellikle de 'tarihi kent- eski şehir' gibi tanımlamalarla anılan bu kesimler, orjinal halleriyle korunmaya gayret edilir. Kimi şehirlerde bu alanlar trafiğe de kapatılarak tam bir açık hava müzesinde dönüştürülür.

Ancak İstanbul'da bu tanımlamayı karşılayan alan olan veya olması gereken bölge olan 'Tarihi Yarımada' bırakın trafiğe kapatılmayı, henüz bir şantiye görünümünden bile kurtulabilmiş değil. Birkaç küçük sokağın trafiğe kapatılmasıyla geçiştirilmeye çalışılan sorun apaçık ortada durmaktadır. Tarihi surlarla şehrin diğer bölgelerinden doğal olarak ayrılan Tarihi Yarımada'da söz konusu surların içler acısı hali ise ayrı bir araştırma konusu olarak varlığını sürdürmektedir.

İstanbul benzeri şehirlerde yeni yapılaşmalar kentin tarihi olmayan ve dış bölgelerinde gerçekleştirilirken, İstanbul'da da benzer bir uygulama, Maslak bölgesi merkez alınarak bir şekilde uygulanmaktadır. Ancak buna rağmen İstanbul'un merkezi olan ve tarihi hüvviyetinin korunaması gereken Tarihi Yarımada'da neredeyse belediye otobüsünden fazla harfiyat araçlarını görebilirsiniz. Tursitlerin şaşkın bakışları arasında homurdanarak sokakları, caddeleri arşınlayan bu dev araçların çevreye verdiği rahatsızlığın yanında, meydana getirdiği kirlilik de cabası.

Sanırım İstanbul daha uzun süreler oturamamış bir şehir olmaya devam edecek ve binlerce yıllık tarihine güvenerek İstanbul'un merkezinde huzurlu bir hayat arayanlar daha çok bekleyecek...


-------------------------------------


BALMUMUNDAN HAYDARPAŞA HEYKELİ! (2 Mart 2012)



İstanbul asırları eskiten bir şehir...

Tarihi binlerce yıl öncesine dayanan İstanbul, son yıllarda daha da yaşlandı. Yenikapı başta olmak üzere, Sirkeci ve Üsküdar'da yapılan Marmaray inşaatı kazılarından elde edilen bulgular şehrin yaşını günümüzden yaklaşık 8 bin yıl öncesine kadar dayandırdı.*

Böylesi yaşlı bir şehrin insanları da yapıları da bu yaşın aseletine uymalı diye düşünmeden edemiyor insan. Ama insan işte... Değişir, günü gününe, saati saatine uymaz. Ama binalar öyle mi? Hepsi birer abide gibi dikilir önümüzde, adeta bizi kendimize getirmek için.

Tabi bu asil görev, çarpık kentleşmenin birer ürünü olan ortalama 5 katlı, üzerine kablolar kuşanmış ve her bir yanından şehri dinlemek için fırlamış kulakları andıran çanak antenler bulunan ucube binalara ait değil asla. Bu görev, şehre yön veren, şehrin istikametini sebatla takip eden yapılara aittir.

İstanbul da işte bu yapılara ev sahipliği yapan şehirlerden biri. Ancak bizler bu yapıları ne kadar koruyabiliyoruz?

Bu soruya cevap oluşturabilecek son örnek de Haydarpaşa'nın hikayesi aslında...

II. Abdülhamit Han'ın tahtta oldu dönem içinde 30 Mayıs 1906 tarihinde başlanan Haydarpaşa Garı'nın inşaatı 19 Ağustos 1908'de tamamlanmıştır. İstanbul- Bağdat Demiryolu'nun başlangıç noktası olan gar binasını Otto Ritter ve Helmuth Cuno adlı iki Alman mimar yapmıştır. - Gariptir, garın üzerinde bulunan devasa Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) logosu da bana hep NAZİ armasını çağrıştırmaktadır- TCDD'nin ana istasyonu olan gardan yapılan tüm seferlere, Ankara-İstanbul Yüksek Hızlı Tren Projesi kapsamında yer alan İstanbul-Eskişehir demiryolu çalışmaları nedeniyle, 1 Şubat 2012 tarihinden itibaren 24 ay süreyle ara verildi.**

Garın akibeti hakkında çeşitli söylentiler bulunsa da devlet kademelerinden ve gar yönetimi tarafından yapılan açıklamalar, binanın restorasyon bittiğinde, daha önce yanan ve geçici olarak sacla kaplanan çatı katı tamamen kafeterya ve gözlem evi olacağı yönünde. Diğer katlar ise müze, alışveriş merkezi ve gar şeklinde düzenlenecek.***

Son dönemlerde adet olduğu üzere Haydarpaşa Garı da, tam olarak asli işlevini kaybetmeyecek olsa da yine farklı amaçlarla kullanılmaya başlanan diğer binaların akibetine uğrayacak. Şehri bir açık hava müzesine yani 'yaşayan' bir müzeye çevirmek yerine 'ziyaret' edilen bir ölü müzeye çevirme anlayışı böylece Haydarpaşa'yı da yutmuş olacak.

İçinde insanların yaşadığı tarihi evlerin, asli amacına uygun olarak kullanılan medreselerin, hamamların, kulelerin, surların yerine hemen her bir tarihi yapıyı 'restoran ve otel' olarak kullanılan ve sadece seyredilen birer müzeye dönüştürmek şehrin yaşayan tarihinin üzerine adeta balmumu dökerek tarihi donduruyor.

Böylelikle İstanbul'u asli işlevleriyle İstanbul yapan yapılar da birer balmumu heykel gibi gerçeğe çok yakın gözükse de aslında donmuş birer tarihi objeden öteye gidemiyor. Bu mekanları gezen insanlar da rehber yada broşürlerin yönlendirmesiyle mekanları kafalarında 'canlandırmaya' çalışıyor. Oysa ki Haydarpaşa tamamen gar olarak kalsa, İstanbul'un surları mezbelelik olmaktan çıkartılsa, tarihi konaklar ve eski cumbalı evler sadece yemekli toplantıların yapıldığı yerler ya da dernek merkezi olmaktan kurtarılarak yeniden 'mahalle' yaşamının içine monte edilse; gelecek nesiller de tarihi hayal gücünü kullanarak değil bizzat yaşayarak öğrenebilirler.

------------------------------


* http://www.ntvmsnbc.com/id/24972905/


** http://tr.wikipedia.org/wiki/Haydarpa%C5%9Fa_Gar%C4%B1


*** http://www.sabah.com.tr/Turizm/2012/01/10/haydarpasaya-alisveris-merkezi-ve-muze#