Kültür Deposu

BİZANS, OSMANLI VE ŞİMDİ DE BEŞİKTAŞ MI? (11 Kasım 2014)


Demokrasi ve cumhuriyet... Bu ifadeler kendilerini tanımlayan kelimelere sahip olsalar da bizlerin onları nasıl tanıdığımız da önemlidir. Kendi kendini yönetme olarak özetleyebileceğimiz bu tanımlamalarda doğrudan demokrasinin yanında ülkeler, günümüzde daha çok temsili demorkasiyi kullanmaktadır. Yani halkın seçtiği kişiler tarafından yönetilmesi. Bu durum ülke yönetimlerinde olduğu gibi dernek, sivil toplum örgütü, sendika ve spor kulüpleri için de geçerlidir. Ancak devletin her vatandaşı oy hakkına sahipken diğer unsurlarda delege kavramı ortaya çıkar ve sadece aidat ödeyenler oy hakkına sahip olur. Devlete de vergi öderiz ama bu ikisi aynımıdır değil midir ayrı bir tartışma konusu...

Konuyu kulüp bazında ele alacak olursak temsili demokrasiye en uygun örneğin Beşiktaş olduğunu söyleyebiliriz. Yöneticileri halk seçer ama o yöneticilerin ne kadar 'iyi' olacaklarını da bu yolla yine halk belirler. Yani halkın, bir başka deyişle oy verenlerin de bilinçli olması gerekmektedir. Ancak delegeleri halk seçemez. Bu nedenle Beşiktaş'ın taraftar baskısı göz önüne alındığında; her ne kadar bu tepkilere holiganlık ve barbarca tabirleri uygun görülse de aslında bu temsili demokrasinin başka bir yolla tezahürüdür diyebiliriz. Taraftarın oluşturduğu baskı, delegeleri etkiler ve başkan değişir; işte bu kadar basit. Bu diğer kulüp, sendika ve benzeri kuruluşlar için de geçerlidir belki ama yukarıda da değindiğim gibi en bariz örneklerinden birisi Beşiktaş'tır diyebiliriz.

Uzak bir dönem ve farklı bir kavram olda da bu duruma bir başka örneği de vermek mümkün. Beşiktaş bilindiği üzere bir İstanbul takımı. İstanbul da Bizans İmparatorluğu ve Osmalı Devleti'ne uzun asırlar başkentlik etmiş bir şehir. Asırlar öncesindeki İstanbul halkı da; hem Bizans hem de Osmanlı Devleti dönemlerinde demokrasi olmamasına rağmen meydanlara çıkarak kimi zaman imparator ve padişahları değiştirebilmiştir. Bu değişiklikler doğru ya da yanlış olarak tarih tarafından değerlendirilmekle birlikte bu durum İstanbul halkının geçmişten günümüze bir bilinçlilik ve genelde de bir inanmışlık sergilediğini göstermektedir. O zamanın İstanbulluların bu tavrını da günümüzde Beşiktaş taraftarı mı temsil ediyor sizce, ne dersiniz?

                                                                     ----------0----------

HAYATTA TESADÜF YOKTUR: BERGEN&BERGEN (6 Kasım 2014)



Kuzey ülkeleri soğuk iklimleri, sarışın insanları ve geniş ormanlık alanlarıyla bilindiği kadar sakin ve dinginlikleriyle de tanınır. Soğuk iklimleri nedeniyle nüfusun az olduğu bu ülkelerde halk genelde kendi halinde ve sakin bir hayat sürer. Dünyanın siyasi çekişme alanlarından uzak bir konumda bulunduklarından fazla bir çalkantı yaşamaksızın kimileri için imrenilecek bir hayat sürererler.
Bu halkların bu toplum yapıları nedeniyle şiddet olaylarına tepkileri de çok farklı olur. Ortadoğu ve Afrika özelinde dünyanın diğer bazı yerlerinde artık kanıksanmış olan şiddet olayları, az meydana gelmesi nedeniyle kuzey ülkelerinde büyük yankı bulur ve korku uyandırır. Bunun son örneği 2011 yılında Norveç'te yaşandı. Anders Behring Breivik,* Başkent Oslo'da ve Ütoya Adası'nda gerçekleştirdiği katliamla 77 kişinin ölümüne neden olmuştu. Bu olay dünya çapında bir katliam olması yönüyle büyük bir yankı uyandırdı. Ancak Norveç toplumu üzerindeki etkisi ise farklı oldu. Öyle ki Norveç'te böylesi bir suça dahi bırakın idam cezasını, sadece 'en üst sınırdan' olmak kaydıyla 21 yıl ceza verildi. Çünkü ülkenin yasalarını hazırlayanlar belki de böylesi büyük bir suçu öngörmemişti. 

Tarihte biraz daha geriye gidecek olursak bu kez de Norveç'in komşusu İsveç'te bir bakanın bıçaklanarak öldürülmesine tanıklık ediyoruz. 10 Eylül 2003 tarihinde dönemin İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindh,** bir alışveriş merkezinde uğradığı bıçaklı saldırı sonrasında öldürüldü. Bakanın ölüm haberinin alınması sonrasında ülke adeta şoke oldu.

BERGEN VE BERGEN

Ancak bu tarz olaylara sıklıkla tanık olunan ülkelerde bu konular bir kaç gün konuşulduktan sonra unutululuyor ve bir yenisi yaşanana kadar tozlu raflara kaldırılıyor. Sonrasında ise artık birer istatistik malzemesine dönüşüyor. Bu tarz öldürme olaylarına sıklıkla şahit olduğumuz Türkiye'de yaşanan cinayetlerden birisi de bu kuzey ülkelerinden Norveç'in Bergen*** adlı şehriyle aynı ismi taşıyan şarkıcı Bergen'di.**** 15 Ağustos 1989 günü eski eşi tarafından öldürülen Bergen'in asıl adı Belgin'dir. Ancak kendisine sahne adı olarak bir isim düşünülürken o sırada masanın üzerinde açık duran bir gazetede Norveç'in Bergen şehrinden bahsediliyor olması ve bu şehrin adının Belgin ismine benzelik gösteriyor olasını göz önünde bulundurmuş olsalar gerek, Belgin'in sahne adı Bergen olup çıkıyor.

ANLAMAYA ÇALIŞMAK

Hayatta tesadüf yoktur. Peki hayatı boyunca seslendirdiği şarkılarında hüznü, acıyı, üzüntüyü anlatan ve kurşunlanarak aramızdan ayrılan bir insanın sahne adı olarak da olsa bir bıçaklanma olayını yıllarca unutmayan bir halkların yaşadığı bir şehrin adını taşımış olması nasıl bir ironidir? İnsan düşünmeden edemiyor. Bizler kuzey halklarını biraz anlamaya çalışsak, acaba onlar da bizim Bergenimizi anlamaya çalışırlar mı?

-----------------

http://tr.wikipedia.org/wiki/Anders_Behring_Breivik
** http://tr.wikipedia.org/wiki/Anna_Lindh
*** http://tr.wikipedia.org/wiki/Bergen,_Norve%C3%A7
**** http://tr.wikipedia.org/wiki/Bergen_(%C5%9Fark%C4%B1c%C4%B1)

 ----------0----------

SAHİ NE VAR BU EYFEL KULESİNDE? (13 Aralık 2013)



Kule şehirleri, kuleli şehirler… Bir kalenin etrafına kurulmuş şehirler vardır da kuleler şehirlerden sonra o şehrin ortasına kurulurlar genelde ya da yüksek bir yerine. Ama bazıları öyle görünür ki sanki şehir kuleden sonra, kulenin etrafında yayılmaya başlamış gibidir. 

Şehirdeki her ev kuleyi kıyısından köşesinden görebilmek için seçmiştir sanki evinin yerini. Balkonundan, penceresinden hiç olmazsa çatısından az da olsa o şehrin simgesi olan kuleyi görebilmek istemiştir sanki o şehrin her sakini. 

Zamanı oldukça sırtını kulesine dayayarak belki gazete okumuş, belki bir fincan kahvesini içmiştir. Ama hiç olmazsa akşamları yatmadan önce pencereden ışıklar içinde ve adeta ‘Ben burada şehri temsil ediyorum, siz uyuyabilirsiniz, iyi uykular’ der gibi dikilip duran kulesine bir selam verip öyle uzanmıştır yatağına. 



Şehrinin kulesine bu anlamı yükleyenlerin çoğunlukta olduğu kentler sanki diğer başka şehirlere de ihraç eder bu duygularını ve artık ilk dikildiğinde sadece o şehrin ve hatta belki de o şehrin tamamının bile değil sadece birkaç semtinin kulesi olan o yapı artık birden fazla şehrin kulesi olmuştur. 

İstanbul’un Galata Kulesi veya Paris’in Eyfel Kulesi de bu kulelere birer örnek olabilir. Resimlerde, tablolarda, hatıra fotoğraflarında, bilgisayarların masa üstlerinde, evlerin duvarlarında, hediyelik eşyalarda ve anahtarlıklarda. Evlere girerken, kapıları açarken, internette dolaşırken hep o simge kuleler… 

İnsan bazen kendi kendine sorabilir ‘Sahi ne var bu Galata’da Eygel’de’ diye… 

Bir aidiyet duygusu, sıcak bir kahve kokusu, sararmış bir gazete yaprağı ve o ülkenin dalgalanan bayrağı… Evinin yeni dekore ettiğin ya da aile büyüklerinden kalma eşyalarla süslü bir köşesinde bir yorgunluk kahvesi içer gibiysen eğer sen de şehrinin simge kulesinin dibindeyken; işte orası da sana evin gibi gelebilir ve daha iyi anlarsın o zaman bir yönüyle neden o kulenin dünyanın dört bir yanında evlerin içine kadar girdiğini…

                                                                 ----------0----------

UZAYDA HİNT RÜZGARI (27 Kasım 2013)



Uzay yarışı, bilindiği üzere ABD-Sovyetler Birliği çekişmesi döneminde kızışan ve artık bir rekabete dönüşen bir mecra. O dönem bir güç gösterisi halinde olan uzaya çıkma hevesi şimdilerde biraz kabuk değiştirmiş olsa da emperyalist ve sömürgeci bir anlayıştan çok da kurtulamamış gibi gözüküyor. Her ne kadar Rus uzay istasyonu MIR, 2001 yılında faaliyetine son verip onun yerine pek çok ülkenin katılımıyla oluşturulan Uluslararası Uzay İstasyonu uzayda boy göstermeye başlasa da amaç yine de bilimsel araştırmalardan çok rekabet alanında sürüyor gibi gözüküyor.

----------0----------
Gezegenlerin etrafında başı boş dolanan uydular, muhtelif gezegenlerin topraklarına dikilmiş rengarenk Hint kumaşları, uzay mekikleri içinde tüttürülmeye çalışılan tütsüler ve tabi kim bilir belki de uzaya giden ilk inek… İlginç bir uzay macerası olsa gerek…
----------0----------

Tüm bu gelişmeler yaşanırken gezegenlerden birisine uzay aracı gönderen ülkeler kervanına Hindistan da katıldı. ABD, Rusya, Çin gibi süper güç ve süper güç adayı ülkelerin uzay yarışında ön saflarda yer almasına alışık olan dünya bu kez Hindistan’ın benzer bir hamle yapmasına şaşırdı belki ama Hindistan da uzun yıllardır geleceğin süper güçlerinden birisi olarak işaret ediliyor. Nükleer silah gücüne sahip olan, bir milyarı aşan nüfusu ile gelişen ekonomisi de göz önünde bulundurulduğunda Hindistan’ın gelecek yıllar içinde dünyada söz sahibi bir ülke olması beklenebilir.

Ancak bu gelişmelere karşı çelişki oluşturan bir durum var. O da Hint halkının ta kendisi. Hindistan her ne kadar gelişen ekonomisi ve mevcut potansiyelleri ile geleceğin süper gücü olarak gösterilse de bu durum Hint halkının pek de umrunda değilmiş gibi gözüküyor. Gidip görmüşlüğümden değil ama televizyondaki belgesellerden izlediğim kadarıyla Hint halkının hiç de öyle ‘Uzaya çıkalım, süper güç olalım, ABD’yi Rusya’yı Çin’i geçelim’ gibi bir dertleri yok. Bırakın dünya ülkelerini, kendi yaşadıkları çevre dışından daha uzaklarla pek de iletişim kurmadan kendilerini mutlu hissederek yaşayabiliyor gibi gözüküyorlar. Üstelik de bu mutluluklarını içinde bulundukları yokluk ve yoksulluğun içinden çıkararak.

ÜŞENGEÇLER MARS'A GİDERSE...

Bu mutlu olma yolu, dışarıdan bakanlara hayatı yaşanmaz kılacak boyutlara ulaşarak artık bir boş vermişlik, umursamazlık, vurdum duymazlık ve bütün bunların birleşiminden oluşan ‘yok artık’ deme boyutuna da ulaşabiliyor. İşte tam bu noktada Mars’a araç gönderen, her ne kadar modern ve rekabetçi Hindistan gibi gözükse de aslında Mars’a araç gönderenler dolaylı yoldan bu umursamaz ve boş vermiş insanlar da oluyor.


Peki bu ikinci yoldan gidecek olursak ve ilerleyen yıllarda uzay maceralarında ülkelerin daha geniş kapsamlı programlara imza atacağını var sayarsak bu pastadan Hindistan’ın payına ne düşer sizce? Gezegenlerin etrafında başı boş dolanan uydular, muhtelif gezegenlerin topraklarına dikilmiş rengarenk Hint kumaşları, üşengeçlikten zamanında gerekli tuşlara basmayan Hintli çalışanların meydana getirdiği uzay kazaları, uzay mekikleri içinde tüttürülmeye çalışılan tütsüler ve tabi kim bilir belki de uzaya giden ilk inek… İlginç bir uzay macerası olsa gerek…


                                                                  ----------0----------


BİRAZ İRAN BİRAZ AŞK (7 Ekim 2013)



İran evet… 

Biraz sarı, biraz puslu. Yakın aslında ama uzak gibi… Orada da deniz, kum, güneş var ama değil bizdeki gibi… 

İran evet… 

Ne dedin? Baskı, engelleme, üzüntü mü? Tamam işte aşkı anlatıyor dilin bilmeden aslında… 

Aşk da biraz baskı, engelleme değil midir sizce de? İstekli, gönüllü bir tutsaklı gibi… Bazen de istem dışı gibi gelir belki de. Ülken işte. Ülken de öyle bir yerde. İsteyerek ya da sen istemeden seni sıkan, yeri geldiğinde üzerine basan ama koparamadığın yüreğinden sevgisini, öylesi topraklar değil mi? 

İran deyince bahar gelir, aşk gelir aklıma… Orada doğru bir amacı vardır istediğini giyememenin. Amaç farklı ama aklıma getirdi, aşk da giydirmezdi mesela bana istediğimi. Senin sevdiğini değil onun beğeneceğini giyer giderdin gideceğin yere. Öyle değil mi? E yalansa yalan de… 

İran deyince masal gelir, düş gelir aklıma… Bazen bir keman sesi, bazen bir kitap sayfası… Bazen güzel bir yüz, bazen tarihten silinmiş bazı adamlar ve tayfası. Tozlu raflarda, gençlik çekmecelerimde saklı sanki hepsi. Ama açmaya var cesaretim ve kurcalıyorum aklımın odalarını işte. 

…ve İran deyince şiir gelir renk gelir aklıma… Biraz havadan biraz kumdan. Sarı, mavi ve tabi ki siyah. Örtülerdeki, gecelerdeki, gözlerdeki o siyah. Kara delik gibi bakanı içine çekebilen, o derin o koyu siyah. Renkler geliyor hala aklıma, odam da karanlık sayılır aslında. Ne dersiniz ha? Evet evet tam da şurada. İran’a açılan bir kapı mı var yoksa arkamda?


----------0----------

YALAN DÜNYA'NIN GÖSTERDİKLERİ (15 Ağustos 2013)


Senaryosunu Gülse Birsel’in yazdığı ve iki sezondur Kanal D ekranlarında yayınlanan Yalan Dünya dizisi hatırı sayılır da bir izleyici kilitledi edindi.

Genel olarak iki farklı ailenin ve kültürel yapının işlendiği dizide aynı apartmanda kapı komşu olarak yaşayan farklı bakış açılarına ve düşüncelere sahip ailelerin arasındaki ilişkiler genel olarak güldüren diyaloglarla ekrana yansıtılıyor.

Yaz aylarında tekrar bölümleriyle TV2 ekranlarında yeniden yayınlanan dizi ise salaş ve bohem yaşam tarzı vurgusuyla da dikkat çekiyor. Özellikle aynı apartmanda yaşayan iki aileden biri olan ve oyuncu bir abla ile (Deniz- Gülse Birsel) erkek kardeşi (Bora- Öner Erkan) ve onların diğer oyuncu arkadaşlarının oluşturduğu grubun yaşan tarzları, ev dekorasyon tarzları ve kimi zaman ellerinde bir içecekle evin terasında kimi zaman binanın altında bulunan kafede vakit geçirmeleri, çektikleri diziden elde ettikleri gelirle günü kurtararak bohem bir hayat sürmeleri izleyici üzerinde salaş bir izlenim uyandırıyor.

Ev sahibi konumundaki diğer ailenin torunları olan Orçun karakterinin de yine sözünü ettiğimiz bu aile ve arkadaş grubuna yakın duruşu ve bir nevi vurdum duymaz tavırları, uykuya olan düşkünlüğü gibi özellikleri de yine izleyenler üzerinde bir gülümseme ve vurdum duymazlık ilgisi oluşturabilmektedir.

Genel olarak bakıldığında dizinin insanları bu tarz bir yaşama özendirdiği şeklinde bir eleştiri yapılabilecek olsa da salaşlık, sorunları dert etmeme ve vurdum duymazlık duygularının insanı kendine çeken etkisini de izleyicilerin aklının bir köşesine yerleştirebildiğini ve bu durumunda yüzde bir gülümseme ile birlikte geçici bir rahatlama sağladığını söyleyebiliriz.

Tüm bunların yanı sıra dizinin kendisine ait bir internet sitesi olmaması ise dikkat çekici. Diziyle ilgili detaylı bilgilere bu adres üzerinden ulaşabilirsiniz: http://www.kanald.com.tr/YalanDunya

----------o----------

BİR SINIF DOLUSU HAYAL... (11 Mayıs 2013)

Baharın yerini yaza bırakmaya hazırlandığı şu günlerde akla gelen geçmiş günler genelde okul sıraları, koridorları ve bahçesi ile ilgili oluyor. Yağan bir yağmurun damlası bahçeye düşsün, candan sızan gün ışığı havada uçuşan tozları açığa çıkarsın ya da sıraya kazınmış bir ismin üzerinde parmaklar dolaşsın. Bu izlenimler baharla bir başka anlam kazanırdı öğrenci aklımda.

Şimdilerde ise gördüğüm bazı fotoğraflar çevremdeki bahar havasıyla çarpıştığında yine bazı duygu kırıntıları saçılıyor yerlere. Bugün de onları toplayayım dedim. Karşımda İran'ın Nişabur kentinde çekilmiş bir ilkokul sınıfının fotoğrafı, aklımda lisemden kalma anılar...


Ömer Doğan tarafından hazırlanan ve içinde İran gezi notlarını da barındıran Cinorek adlı sitede yer alan bu fotoğraf batı ülkelerinin veremediği duyguları da hissettirebiliyor insana. Sanki zaman daha da yavaşlıyor, esen ılık bir rüzgar sonrasında ortalığı inceden bir toz tabakası kaplıyor ve hayaller hayaller... http://cinorek.org/category/gezi-defteri/ adresinden söz konusu blog hakkında daha detaylı fikir edinebilirsiniz.

--------------------------o------------------------

ANILARLA YAŞAMAK YA DA YENİLERİNİ ARAMAK (24 Aralık 2012)


İnsan, hafızası gereği yaşadıkça anılarını da biriktirir.Çocukluk, ilk gençlik, orta yaşlar, ihtiyarlık… Ömür ne kadarsa artık o kadarını… Herkesin yaşadığı çevre, şehir, içinde büyüdüğü insanlar, onun hatıra evinin duvarlarını, yollarını, o evinin içindeki eşyalarını oluşturur adeta. Hatta çocukluğundan, gençliğinden burnunda kalan bir koku, kulağında kalan bir melodi bile yıllar sonra çıkacak olsa karşısına, aklı hemen o ilk kokuyu, sesi duyduğu zamana gidiverir.

Bu gündelik hayatımızın maddi ya da manevi anıları, güzel de olsa kötü de olsa bir acı verir insana. Dini ve inançsal özellik taşıyanlar hariç tabi ki… Yaşanmışlığın, faniliğin, geçip gitmenin buruk tadı anılarıhatırlayışlarda genelde böyle bir tat bırakır zihin ağzının damağında. Bu anılar zihnin derinlerinde durur, tetiklemelerle de su yüzeyine vuran materyal misali çıkıverir ansızın, ister istemez. Ama bir de istemsiz değil de isteyerek hatırlattıklarımız yok mu kendimize? İşte bunlar biraz daha elde aslında.

Saklanılan bir fotoğraf, bir köşede tutulan bir mektup, bir toka, ya da bir kol saati… Bunlar da insan aklının albüm sayfaları değil midir aslında? Hatıra olsun diye sarıp sarmalanıp bir kutuya konulan her hangi bir eşya, zamanı geldiğinde hacminden hiç de beklenmeyecek bir kuvvetle vurup bizi anıların acı veren çukuruna atabilir. Bu acı tehdide katlanarak o eşyalarısaklamak bir tercih olduğu gibi bunları elden çıkarmak, fotoğrafları belki yırtmak da -Ama artık teknoloji sayesinde bir fotoğrafı yırtmaya eli varmayanları daha kolay bir seçenek bekliyor. Delete tuşu- bir seçenek.




Saklanılan bir fotoğraf, bir köşede tutulan bir mektup, bir toka, ya da bir kol saati… Bunlar da insan aklının albüm sayfaları değil midir aslında?





Anı acısına dayanamayacağını bildiğinden bir zayıflık belirtisi bu son seçenekler. Ancak bunun tersini yapanlar da yok değil. ÖrneğinOrhan Pamuk’un romanıyla aynı adı taşıyan Masumiyet Müzesi veya Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’teki Kırık Kalpler Müzesi gibi… Zagrep’teki bu müzede evliyken boşanmış veya sevgiliyken ayrılmış dünyanın dört bir yanından insanların mutlu zamanlarındaki eşyalarından bazılarını sergileniyor. Bu eşyaların müzeye gönderilmesi her ne kadar acının paylaşılması olarak algılanabilecek olsa da artık o acı anıların hatırlanmamak istemesi olarak da yorumlanabilir.

Masumiyet Müzesi İnternet Sitesi Açılış Sayfası


Zagreb'te bulunan Kırık Kalpler Müzesi İnternet Sitesinden Bir Kesit



Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi ise daha başka bir hikayedir. Kurgusal bir anlatım olsa da eşyaların aidiyeti ve taşıdıkları anlamlar yine anı ve acı mantığıyla bir bütünlük içinde.

Sonuçta ikisi de bir seçenek, ya anılara sırtını dönüp aklındakilerin acısıyla yetinmek, ya da saklayıp anıları istediğin zaman acıçekmek…
---------------------------------


YILBAŞI ÖNCESİ KUZEY SİTELERİ IŞIL IŞIL (16 Aralık 2012)


Bir yıl daha geride kalırken yılbaşı yine yanıbaşımızda. Yıllardır Müslüman ve doğu ülkelerinde de 'yıl dönümü' adı altında bir tür kutlamayla karşılanan yeni yıl öncesinde Hristiyan dünyasında ise bildik görüntüler yaşanmaya devam ediyor.

Bir senenin daha geri kalmasıyla birlikte yaşanan hüzün, geride kalan güzel ve üzücü anıları hatırlamanın yanı sıra, kış mevsimini sevenler için de yılbaşlarının kar ve soğukla özdeşleşen yapısı ayrı bir ilgi oluşturabiliyor. Karla kaplı küçük kuzey köylerini akla getiren bu dönemler, havai fişeklerle abartılı kutlamaların yanında; odun ateşiyle ısınan küçük evlerde, yine yükte de pahada da hafif hediyelerle gülen yüzlerin de olabileceğini hatırlatıyor insana.

Yılbaşının yaklaşmasıyla birlikte artık medyanın ana damarı haline gelmeye başlayan blog ve internet siteleri de hareketlenmeye başladı. İşte dekor, dizayn ve yaşam konulu kuzey Avrupa kökenli bazı sitelerin, yılbaşı öncesi yayınlarında kullandıkları görsellerden bir kaçı...


İsveç'teki Bir Evde Yılbaşı Hazırlığı







Helsinki'den yaşam ve hayata dair bilgiler baylaşılan 'helsinki-in.blogspot.com' sitesinde de yılbaşı alışverişiyle ilgili öneriler paylaşılıyor. Stockmann adlı adresi yılbaşı alışverişi için tavsiye eden site, söz konusu mekanın Noel bölümünde yılbaşı alışverişi yapmak isteyenler için farklı fikirler sunabileceğini belirtiyor.
-------------------------------------------------


 GİTMİŞ KADAR OLDUM: TALLİNN (8 Aralık 2012)


Avrupa başkentleri ve diğer şehirleri genelde birbirine benzese de sanki Prag'dan itibaren doğuya gidildikçe başkentler başta olmak üzere kentler bir başkalaşmaya başlıyor. Daha bir içine kapalı, daha masalsı ve daha sakin...

Şehirlerin bu halleri; yanlarına gidilmese de, sokaklarında adım atılmasa da, taşlarına el sürülmese, karından yağmurundan nasiplenilmese de ekranlardan yansıdığı kadarıyla bile izleyicisini etkileyebilmekte... Bir ıslak kaldırım, karla eğilmiş bir dal ve eski taş bloklar arasına sıkışmış tahta pencerelerden sızan tatlı sarı ışık. Bunlar bile yetebiliyor bir şehre ısınmaya. Kent her ne kadar buz tutsa da...

TV8'de ekrana gelen Gülhan'ın Galaksi Rehberi adlı gezi programının Tallinn bölümünün tekrar yayını bu duyguları yaşatırken, Estonya'nın küçük başkenti bir yaz daha geçirdikten sonra şimdi yine karla adını yine beyaza çıkarmış olsa gerek...

GÜLHAN'IN GALAKSİ REHBERİ- TALLİNN BÖLÜMÜ

--------------------------------------
Fotoğraf Kaynak: http://estonianworld.com/business/tallinn-among-top-21-intelligent-communities-in-the-world/

------------------------------------------


İSTENİNCE OLUYORMUŞ! (13 Ekim 2012)




Şehir hayatı, koşuşturma, birbirini kovalayan gece-gündüz ve geçen günler, aylar, yıllar... Koca koca şehirlerde binalar arasında, asfaltlar üzerinde ömürler bitip gidiyor. Konunun muhasebesi yapıldığında da 'iş hayatı, ekmek parası, yaşam mücadelesi' kelimeleri hemen savunma kürsüsüne geçip konuşmaya başlıyor. Ancak hem 'şehirde' yaşayıp hem çalışıp, üretip hem de 'insan' gibi yaşamak da mümkün.
Bunun en güzel örneklerinden birisi de Almanya'nın Freiburg şehri. 200 binden fazla bir nüfusa sahip olan bu şehir Almanya'nın güneybatısında yer alıyor. Kentte yaşayan insanlar yine çalışıyor, üretiyor ancak insan gibi de yaşamasını biliyor. Enerjilerini kendileri, üstelik doğal yollarla üretiyorlar. Rüzgar ve güneş enerjisinin yanı sıra nehirlerden de baraj kurmadan, çevreye zarar vermeden elektrik enerjisi üretebiliyorlar.
Yerel ve yerinden yönetimde de önemli mesafeler kateden Freiburg halkı, birçok konuda kendi kararlarını verme yetkisine sahip. Motorlu taşıtların az sayıda bulunduğu kentte ulaşım daha çok bisikletle sağlanıyor. Böylelikle çevre kirliliğinin önüne bir set daha çekilmiş oluyor.
Her sokağa çıktığında, durakta otobüs beklediğinde ya da otobüse bindiğinde aracın camlarından içeriye dolan havada mazot ve sigara dumanı karşımı zehiri soluyan, solumak zorunda kalan bir kentin, İstanbul'un bir şehirdaşı olarak bu bilgileri öğrendikten sonra demek 'isteyince oluyormuş' diye düşünmemek elde değil.
İZ TV'de Coşkun Aral taradından hazırlanan belgeselin bir bölümü de bu yeşil şehir Freiburg'a ayrılmış. İnternet üzerinden belgeselin tamamnı izlemek için üyelik gerekse de aşağıdaki linkte yer alan kısa fragman, birkaç satırlık bilgi ve az sayıdaki fotoğraf dahi insanın kafaasında belli çizgilerin oluşmasına yetiyor.


---------------------------------


GÜNEŞE KIZMA! BENCE O SENİ SEVİYOR... (18 Temmuz 2012)




Birçoklarınca özlemle beklenen yaz, kuzey yarım küreye merhaba dedi ve gök kubbeye yerleşti. Sıcakların hüküm sürdüğü atmosferde yaz, günlerini sayarken; sıcaktan bunalan insanların da serzenişleri giderek artmakta.

Kış düşkünü insanlar 'sayılı gün çabuk geçer' havasında göz ucuyla takvimleri yoklarken, yazcıların da hevesleri genelde çoğu sıcak zamanlar olduğu gibi şeker misali eriyor. Ancak bu güzel yaz günleri hayalini eriten ve şikayetlere neden olan ne mevsim ne güneş ne de hava durumu lugatına göre mevsim normallerinin üzerinde seyrenden sıcaklıklar. Tüm bunların nedeni yine biz insanlar aslında.

Küresel ısınma konusu artık çoğu insanın malumu. Bu durum da insanların yine kendilerine bir 'armağanı' olsa da bu gelişme farklı bir yazı konusu. Küresel ısınmanın etkilerini yok etme isteği ve bilinci gelişene kadar ve bu bilinç geliştikten sonra gerekli tedbirler alınıncaya ve bunların etkisini göstermesine kadar geçen sürede ya da şuan ki duruma bakacak olursak, artık körleşmiş insaların dünyasında küresel ısınmayla birlikte yaşayamaya devam ettiğimize göre alınması gereken önlemler yine biz insanlara kalıyor.

Güneş önceden de vardı. Yine yazlar yaşanıyordu. Allah bilir belki daha da sıcakları... Ancak o zamanki insanlar acaba bizler kadar şikayetçi miydi tepelerindeki bu güneşten? Hiç sanmıyorum. Bu dede- torun arasındaki şikayet dengesini hafızamında canlandırmak için bence çok uzaklara gitmemize hiç gerek yok. Örnek hemen yanı başımızda: Akdeniz Havzası...

Bilim adamların tahminlerine göre gelecek yüzyıllarda daha da ısınması beklenen Akdeniz Havzası zaten yılın büyük çoğunluğunda sıcak ve ılıman bir bölge. Tarih boyu ise birçok medeniyete ev sahipliği yapmış geniş bir yaşam alanı. Kuzey Afrikası'ndan Güney Avrupası'na, Egesi'nden Doğu Akdeniz Sahilleri'ne kadar hangi yerleşim bölgesini incelesek karşımıza genelde birbirine benzer şehirler ve yapılanmalar çıkıyor.

Şehir medeniyeti yeşille, ağaçla, çiçekle renkleniyor. Şehir yaşamı suyla, kuyuyla, çeşmeyle ferahlıyor. Şehir hayatı taştan evlerle, kanatlı pencerelerle nefes alıyor. Ancak şimdiki şehirler beton, cam, çelik ve asfalttan ibaret! Betona işleyen güneş evleri gün boyu ısıtırken, asfalt, çelik ve camdan yansıyan güneş de şehrin tamamını normalde neredeyse 5-10 derece daha fazla ısıtarak güneşi modern şehir insanına kötü göstermek için adeta birbirleriyle yarışıyor.

Bu yanlışlar göz önünde olmasına rağmen sonrasında da şehir sakinleri klimalara ve izolasyon malzemelerine sarılıyor. 'Modern şehirlerin yaşam alanı bu şekilde' denilebilir. Ancak beton, çelik, asfalt, cam birlikteliğini sorgulamadan, su buharı üfleyen yeni nesil vantilatörler üretmeden önce bu yapımsal hatalar sorgulanacak olsa modern şehirlerde nefes almak belki daha da kolay olabilir.
-------------------------------------------



İSTANBUL'UN RUMCA YANKISI (4 Haziran 2012)



İstanbul, asırlardır medeniyetlere beşiklik etmiş, köklü bir kültürün birikimini ceplerinde taşıyan ihtiyar delikanlı misali yoluna devam ediyor. Ceplerinden renkli şeker kağıtları dökülen çocukmuşcasına tarihin tozlu yollarında koştururken İstanbul, kültürel renkleri de bir o yana bir bu yana savrulmaya devam ediyor ve zaman da alıp başını gidiyor her zaman ki gibi...

Kimler geliyor kimler geçiyor bu sinesi geniş şehirden... Kadını erkeği, yaşlısı genci, Rum'u Ermeni'si... Mübadele de İstanbul'da bir dönemi kapatan olgulardan biri olarak geçiyor tarih kayıtlarına. Yıllarca İstanbul'da yaşamış ailelerin; yıllarca, şimdi Yunanistan sınırları içinde kalan şehirlerde yaşamış kaderdaşları gibi, doğup büyüdükleri mahallelerini kaybedip, kazandıkları topraklardaki yeni mahallelerine taşınmak zorunda kaldılar...

İşte bu zorunlu göçten yıllar sonra gidenlere göre geride kalan, ama aslında eskiden beri burada olan İstanbullu Rumlar, şehirlerinin yankısını kendi dillerinde dünyaya duyurmaya başladı. Türkiye'nin 24 saat yayın yapan ilk Rumca radyosu 'Radio İhotispolis' yani 'Şehrin Yankısı' 2012 yılının Nisan ayında yayın hayatına başladı. İlk olarak Türkiye ve genellikle de İstanbul'da oturan ve sayıları 3 bin civarında olan Rumlara yayın yapma amacıyla yola çıkan bu mütevazi radyo istasyonu, şimdi birçok çevre ülkede yaşayan Rumların yanı sıra Yunanistan'daki soydaşlarını da kendisine kilitlemiş durumda...

Konuyla ilgili olarak Vatan Gazetesi'nde Mert İnan imzalı bir de haber yer aldı. İşte İstanbul'daki Rumca yankının detayları:

Türkiye’de 3 bine yakın Rum vatandaş yaşıyor. Rumlar’ın neredeyse tamamı İstanbul’da ikamet ediyor. Çok az bir kısmı ise Gökçeada, Bozcaada ve İzmir’de. Sayıları çok azalmış olsa da Türkiye’de yaşayan Rum kökenli vatandaşlar için yayına başlayan 'Radyo İhotispolis’ kısa sürede yurtdışında da dinleyici kitlesine ulaştı. Kanada, Amerika, Avustralya, İsveç, Japonya gibi uzak ülkelerdeki Rumlar bile İstanbul Beyoğlu’ndaki radyoyu arayıp istek parçaları sıralamaya başladı. Yunanistan‘ın köklü radyolarıyla rekabete girişen İstanbul merkezli Rum radyosunda 3’ü gönüllü olmak üzere 4 kişi çalışıyor.
Radyo İhotispolis kurucusu ise İstanbul’da günlük yayın yapan Rumca İho Gazetesi’nin de sahibi olan Rum Vakıfları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Andrea Rombopulos. Dört kuşak İstanbul’lu olan Rombopulos gecesini gündüzüne katarak Rumca yayın yapan radyoyu yaşatmaya çalışıyor. Beyoğlu Spor Kulübü’nün olduğu tarihi binada, bir göz odada 2 bilgisayar ve bir mikrofonla 24 saat kesintisiz yayın yapan Radyo İhotispolis’in 54 ülkeden 5 bini aşkın dinleyicisi bulunuyor. Bu sayının her geçen gün katlanarak büyüdüğü belirtiliyor.
Radyonun mimarı Rombopulos, “18 Nisan’da yayın hayatına başladık. FM bandına başvurmadık. Parasal gücümüz frekans almaya yetecek güçte değil. www.radio.ihotispolis.com adresine tıklayanlar bizi kesintisiz olarak dinleyebilir” diyor. Rum kökenli radyocu “Haftanın 5 günü canlı yayın yapıyoruz. Akşam saat 17.00’den gece 24’e kadar her iki saatte bir haber bülteni sunuyorum. Greek müzikleri çalıyoruz. Dünyanın dört bir yanından insanlar arayıp şarkı istiyor. Türkiye’deki cemaatimizle ilgili haberler yayınlıyoruz” diye konuşuyor.

--------------------------------



EUROVISION MANİFESTOSU (31 Mayıs 2012)



1956 yılından bu yana düzenlenen bir şarkı yarışması olan Eurovision, ilk bakışta klasik bir olgu olarak görülmektedir. Avrupa'da düzenlenen ve birçok ülkenin katıldığı, şarkıların söylenip bir birincinin seçildiği her yıl düzenlenen bir organizasyon...

Ancak yarım asırı geride bırakan bu organizasyon popülaritesini giderek artırarak varlığını sürdürmekte. Bunun nedenleri de aslında pek çok unsurun bir araya gelmesinden oluşuyor.

Yarışmanın devam ettiği yıllar içinde pek çok savaş yaşandı, diplomatik ve ekonomik krizler meydana geldi. Şarkı seçimlerinde ve birincilerin belirlenmesinde bu olguların da belli oranlarda etkisi oldu. Ancak salt yarışma kavramı üzerinden değerlendirildiğinde ve yalnızca bir müsabaka olarak bakıldığında bu olgular, başat unsur olarak ön plana çıkmaktadır. Komşu ülkelerin birbirlerine verdikleri oyları eleştirenler, şarkıların güzelliğini duyamadılar ve halen de kulakları bu melodilere tıkalı.

Yarışmanın bu kadar uzun soluklu olabilmesi ve izlenilirliğini artırarak yoluna devam etmesinde katılımcı ülkelerin söz konusu organizasyona sahip çıkmalarının payı büyüktür. Gerek yapılan reklam çalışmaları, gerek yarışmaya katılan sanatçıların yarışma öncesi parformasnları ve gerekse de yarışmada ülke halklarının oy kullanması yarışmayı ayakta tutan önemli dayanaklardır.

Türkiye'nin uzun yıllar birincilik kazanamamasının da etkisiyle Eurovision'a karşı oluşan ön yargılı yaklaşımda, Türkiye'den bazı ülkelere puan çıkmadığı gibi bazı ülkelerin de Türkiye'ye puan vermemesi de önemli rol oynamıştır. Her katılınılan yarışmada sonlarda olmak her ne kadar güzel bir sonuç olmasa da aslolan yarışmanın anlamını kavramaktı. Türkiye uzun yıllar bunu başaramadı. Ancak son zamanlarda seçilen sanatçılar ve şarkılarla profesyonel kareografiler sayesinde neredeyse her yıl ilk 10'a girmeyi başaran Türkiye, 2003 yılında birinciliğin dahi sahibi olmasını bildi.

Ancak tüm bunlara rağmen henüz yarışmanın gerçek anlamını kavrayamayan ve sadece kazanmaya ve birinciliğe odaklanan bakış açısı, bu kadar izleyicinin Eurovision'da ne bulduğunu anlamakta güçlük çekmeye devam ediyor.

40'tan fazla ülkenin kendi bayrağını dalgalandırması, dilerse kendi dilini sahnede seslendirmesi, oylama sırasında farklı kültür ve ülkelerden onlarca insanın birbirini yine birbirinin dilinde selamlaması bazıları için bir anlam ifade etmesede televizyon başına geçen milyonlar için aslında çok şey ifade ediyor. Kulakları sadece kendi dilini duymak isteyen, başka bayraklardaki renkleri sadece birer boyadan ibaret sanan, hatta çeşitli müsabakalarda diğer ülkenin ulusal marşını dinleme tamamülüne dahi katlanamayarak ıslıklayan kişilerin bu mozaikten birşeyler çıkarmasını çok da beklememek gerek...

---------------------------


Pekin'de Yabalu Semti
Kudüs'te 'Ermeni Çeyreği' de denilen Ermeni Mahallesi
İstanbul'un Tarihi Semti Zeyrek...

Farklı kıtalardan, farklı kültürler ve özlemler...